TÜRKİYE’NİN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜNDE AYDINLAR

Prof. Dr. Abdurreşit Celil KARLUK
Prof. Dr. Abdurreşit Celil KARLUK

Son aylarda hükumetin eli kanlı silahlı teröristlere yönelik nispeten kararlı ve istikrarlı temizlik harekâtı, bölgedeki sivillerin can ve mal güvenliği azami ölçüde gözetilerek sürerken, çoğu Türk üniversitelerinde görevli akademisyen ve akademisyen adayları (doktorant ve asistanlar) ile yabancı ülkelerin akademisyenlerinden müteşekkil 1,128 kişilik imza ile kamuoyuya açıklanan “Müstemleke Zihniyetli” bir bildiri Türk ilim ve bilim dünyasında, kamuoyunda, siyaset arenasında ciddi yankı uyandırmıştır.

Bu hadise yaşanırken toplumun okumuş kesimlerinden bir bölümünde egemen olan zihniyetleri, ülke bütünlüğü, birliğine yönelik hassasiyetleri ile çözüm bekleyen ve çözümü gitgide zorlaşan ülke sorunlarına yönelik önerileri bizi mecburen düşünmeye sevk etmektedir. Çünkü bu güruh, yaşadığı ülke içindeki çoğunluktan farklı olarak çözümü, harici desteklerden arama eğilimi taşıdığı veya taşıyacağı ortak “kaygı”yı taşıyan ve ya ortak “değerler”den beslenen küresel ahbapları veya “meslektaş”ları ile birlikte imza attığı işbu bildiriden de malumdur.

Üniversite kürsülerinde yüzlerce hatta binlerde gençlere doğruyu, hakikati, bilgiyi öğretmekle mükellef olan veya böyle bir beklentiye yanıt vermesi beklenen aydın kimselerin,  devlet karşıtı, millet karşıtı olabilmesinde; Bebek katilleriyle, toplumsal huzuru bozan, milletin birliğine kast eden teröristlerle veya ülkesinde gözü olan harici güçler ile işbirliği yapabiliyor olmasında etkili olan zihniyet, onları harekete geçmeye zorlayan değerler sistemi elbette durup dururken bugünlerde ortaya çıkmamıştır. Türkiye’deki aydın sorunu üzerine araştırma yapan, fikir üreten aydınların sayısı ve yayınları azımsanmayacak düzeyde mevcuttur. Fakat sorun çözüme kavuşmadan aksine nicelik ve nitelik bakımından artarak devam etmekte olması daha da düşündürücüdür.

Aydınlar sorunu aslında, Osmanlı Türklerinin Batı üstünlüğünü kabul ettiği süreçlerden itibaren ortaya çıkmaya başladığı söylenebilir. Çünkü asırlarca çevresindeki medeniyetlere üstünlük kuran ve Türk-İslam değerleri çerçevesinde kendine özgü medeniyet inşa eden Türkler, devleti ve toplumu bünyesinde çok farklı unsurları barındırmış, ihtiyarilik esasında harmanlamıştır. Fakat daha sonraki süreçte ortaya çıkan yenilgi ve çözülme sürecinde ise merkez konumundaki Türklerin manyetik alanının daralması cazibesinin azalmasına neden olmuş farklılıkların dağılması ve çözülmesini hızlandırmıştır. Tanzimat ile başlayan Batı’dan öğrenme ve harici müdahaleler ile birlikte bir taraftan Batı’ya gönderilen öğrenciler yenilikleri ve batı tarzı yaşam ve zihniyetleri Osmanlı topraklarına getirirken, diğer taraftan Osmanlı topraklarında açılmış olan misyoner okulları ve çeşitli kuruluşlar onlardan “öğrenenler ”in sayısını arttırmıştır. Bu “öğrenme” zorunluluğu ister istemez “öğrenerek devşirilenler”in türemesine neden olmuştur. Devşirilmişlerin harici ilişkilerde kullanılması veya onların önemli mevkilerde istihdam ettirilmesi toplumda devşirilmişlerin değerlerinin baskın hatta popüler olması gibi anormal durumların da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu durum cumhuriyetin aşırı batılılaşma serüveninde daha da etkili olmuş, Türk-İslam değerlerinden yoksun veya işbu değerler sisteminden az beslenmiş kimselerin başta hariciye, askeriye, akademiye gibi kurumlarda baskın olmaları durumunu ortaya çıkartmıştır. Daha sonraki süreçlerde çoğalan yabancı dilde eğitim-öğretim yapan ilk, orta ve yükseköğretim kurumları, işbu zihniyeti, değerler sistemini ve yaşam tarzını yaygınlaştıran birer fabrikalara dönüştürmüştür. Özal dönemindeki liberal kapitalizm ile birlikte iyice yaygınlaşmaya başlayan bu tarz eğitim-öğretim metodu, günümüzün muhafazakâr İslamcı bir iktidarı döneminde dahi hızla yaygınlaşmakta, devlet üniversiteleri başta ODTÜ ve Boğaziçi olmak üzere birer misyoner okulları gibi Türk sosyal ve kültürel yapısından kopuk eğitim ve öğretimine devam etmektedir. Bu okullarda çok farklı gençlik tipi yetişmekte, anarşi-terör gitgide kol gezmektedir.

Batı hayranı veya batı kültürünün sadik elemanları olarak işlev gören bu güruhun toplumda başarı ile yaygınlaştırdığı veya aşıladığı aşağılık kompleksinin etkisiyle çoğu siyasetçi, bürokrat (milliyetçi, muhafazakâr, İslamcı veya komünist fark etmez) Yabancı dil öğrenmenin ancak yabancı dilli eğitim ile mümkün olabileceğine inandırılmıştır. Bu cenapların hala dil öğrenilirken, kültürün de öğrenileceği gerçeği algılayamamış olması pek manidardır.

Yabancı dil bilmek, günümüzün küreselleşen dünyasında var olmanın veya yarışmanın temel şartlarından biridir. Günümüzün Türk aydını küresel yarışta var olabilmesi için bir değil hatta birkaç dili bilmek zorundadır. Fakat bunun sadece yabancı dilli eğitim kurumları aracılığı ile gerçekleşeceği zannetmek, ancak kültür emperyalizmine hizmet etmek ve kendi sosyo-kültürel yapısına ihanet etmek olacağı bilinmesi gerekirdi. Tarihinde onlarca devlet kuran, medeniyet inşa eden bir milletin siyasetçileri, bürokrat aydınlarının kendi devletinde harici güçlerin çıkarlarına hizmet eden, kültürler ve değerlerin yayılmasına öncülük edecek eğitim kurumlarını açması kabullenilmez bir durumdur.  Türkiye’de bu tarz eğitim kurumları artık Tarih, Felsefe, Psikoloji, Hukuk gibi tamamen izafiliği bulunan, milliği belirgin bölümleri İngiliz dilinde eğitime çevirmiştir ve çevirmeye teşebbüsünü günümüzün muhafazakâr İslamcı iktidarı döneminde de devam ettirmektedir.

Bahsi geçen “Bildiri”ye imza atanların çalıştıkları üniversitelere, aldıkları eğitim süreçlerine bakıldığında yaklaşık 1/3nin yabancı dilde öğrenim görmüş, yabancı dilde eğitim-öğretim yapan üniversitelerde çalışanlar veya öğrenimine devam edenler olduğu anlaşılıyor. Bu diplomalıların yaşadığı ülkenin hassasiyetlerine bu kadar yabancı kalmasında, yıkıcı eleştiri yapmasında, Türk devletine ve milletine bu kadar kin beslemesinin temelinde muhakkak aldığı eğitimleri, birinci dil olarak konuştukları dilin dolayısıyla kültürel değerlerin etkisi vardır. Elbette, devletin bazı uygulamaları, yanlışları eleştirilebilir, sorgulanabilir. Fakat yıkıcı şekilde değil…

Dünyamızın küreselleşme süreci ile birlikte coğrafyamızda cereyan eden kanlı savaşlarla yeniden şekilleneceği, hatta haritaların yeniden çizileceği muhtemeldir. Dünyanın yeni bir medeniyet anlayışına, özellikle Türk ve İslam dünyasının kendi değerlerine uygun medeniyet inşasına çok fazla ihtiyacının olduğu yaşadığımız bütün sıkıntılardan malumdur. Türkiye tarihi mirası ve coğrafyanın (Afro-Asya) beklentileri doğrultusunda yeniden silkelenmek durumunda, medeniyet inşasının öncüsü, kurucusu olmak durumundadır. Ülkemizdeki bölünmüşlükler, aydın sorunları ve başka sorunlar ancak işbu inşa sürecinde yeniden organize olurken bertaraf edilebilir.

Özellikle, MEB ve YÖK başta olmak üzere Kültür, Gençlik ve Aile bakanlıkları yeniden bin yıllık kültürel zenginliklerimizden istifade ederek tevhidi ictimai düşünceyi merkezine alan politikaları ve stratejileri üretmeleri gerekir. Akademilerin daha sağlıklı bilgi üretebilmeleri, örnek, sorumlu ve üretici bireyler yetiştirebilmeleri için YÖK mutlaka yeniden yapılanmalı, kendi milli değerlerimize, tarihsel sürekliliğimize uygun kültürel özgüveni tam yeni nesil akademisyenlerin yetiştirilmesine önem vermesi gerekir.