İLMAR

Hayırlara Anahtar, Şerlere Kilit

Gündem

Nevzuhur Bazı İlahiyatçı Sahte Tanrılar

Allah’ın kitabı asırların anlayışlarına göre değiştirilecekse o zaman ilâhî din diye bir şey kalır mı?. O dinin sağlam ve sabit mü’minleri olur mu? Her devirde birilerinin aklına göre uydurma metinler âyetlerin yerine geçecekse, her yeni gelen öncekinin uydurmalarını beğenmeyip, yenilerini ekleyeceklerse orada kutsallık ve ilâhîlik kalır mı?. Böylelikle Kur’ân da modern ve evrensel mi olacak!?..

Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay – 29 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi

Max Weber’in ifadesiyle Rönesansla birlikte eski Yunan’ın putları mezarlarından hortlatıldı. Böylece sahte ilahlar ortalığı kaplayınca “İnsanların Allah ile olan bağları koptu.” Sahte tanrılar ortalığı kaplayınca bilhassa gençler neye tapacağını bilemediler. Bu karmaşa Avrupa’da manevî huzursuzluğu artırdı; toplumlar karıştı. Bu karmaşayı Batılı bir kısım filozofların farklı görüşleri de hızlandırdı. Fakat en büyük etkiyi, Karl Popper’ın eleştirel tahlilleri dikkate alınacak olursa, Schleirmacher (öl. 1834) ve Hegel (öl.1831) ve onu takip eden idealist (Dilthey ve takipçileri) veya materyalist (Feurbach, Karl Marx ve takipçileri) filozoflar yanında pozitivist ideolojiye mensup filozof ve sosyal bilimcilerin gerçekleştirdiği söylenebilir.

Daha önce tabiatçı akım, tabiatı tanrı ilan etmişti. Bunun sonucunda Tanrı’nın her şeye kadir olmasının, her şeyi bilip görmesinin ve denetiminde tutmasının yerini, doğanın/tabiatın her şeyi bilmesi ve her şeye gücü yetmesi, fikri ve inancı kaplamıştı.

Bu ve benzer akımlardan ilham alan Hegel, tarihsici/tarihselci görüşüyle “Tarihi, Tanrı yerine koydu.” Bunun neticesi olarak “Allah’ın Mahkeme-i Kübrası” yerine ”Tarihin mahkeme-i kübrası”nı getirdi.

Karl Popper’ın tespitiyle bu hareket “gerçek olguların tanrılaştırılmasına” yol açtığı gibi, “lâikleşmiş millet ve sınıf dinlerini, varoluşçuluğu, pozitivizmi ve davranışçılığı” da doğurdu. Nasılcı/pozitivist akımın felsefe, eğitim ve din anlayışı Batı’nın müşrik ve münkir aklının şaşı bakışının en canlı temsilcisidir. Çünkü o bakış, olaylara ve varlıklara sadece duyuların izlenimleriyle bakar. Bu ve diğer akımlar bizde uzun zamandır ağır yaralar açmıştı, açmaya da devam ediyor.

Bizim bazı nevzuhur ilahiyatçılarımız, kendileri bunun farkında olmasa da, bunların mahsulüdür. Köklerinde Hegel’in müşrik ve tarihsici aklı ile pozitivizmin tarihsici münkir aklı yatmaktadır.

Bu nevzuhurların bazıları ilâhiyat menşeli, bazıları diyar-ı Arap medreseleri çıkışlıdır.

Bunlar ne diyor?

Hemen hepsi, Hegel’in tarihi putlaştırıp onu Tanrı’nın yerine geçiren tarihsici aklının tesiriyle Allah’ın bilgisini, kudretini, iradesini ve kitabı Kur’ân-ı Kerîm’i sorgulamaya çalışıyorlar.

Bu “Tarihsici” prof.’ların bir kısmı Kur’ân âyetlerinin %90’ının çağımızda geçersiz olduğunu, dolayısıyla çıkarılması gerektiğini ileri sürüyor. Niçin çıkarılmalıymış? Asrın anlayışına uygun değilmiş.

Allah’ın kitabı asırların anlayışlarına göre değiştirilecekse o zaman ilâhî din diye bir şey kalır mı? O dinin sağlam ve sabit mü’minleri olur mu? Her devirde birilerinin aklına göre uydurma metinler âyetlerin yerine geçecekse, her yeni gelen öncekinin uydurmalarını beğenmeyip yenilerini ekleyecek ise, orada kutsallık ve ilâhîlik kalır mı? Böylelikle Kur’ân da modern ve evrensel mi olacak!?..

Hal böyleyken bizim bir kısım prof.’umuz, tarihî olaylarla ilgisi bakımından bazı âyetlerin Kur’ân-ı Kerîm’den çıkarılmasını isterken, çağın anlayışını oluşturan Batılı düşünürler, bilimciler ve siyasîler, hangi Kur’ân âyetlerini zihinlerine/zihniyetlerine uygun bulmayıp itirazda bulundu?

Diğer taraftan bunlar, diyelim ki Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyeti makbul saydı; bu durumda, âyetleri makbul görmeleri hemen onları Müslüman olmaya mı götürdü? Bulanlar varsa hemen Müslüman mı oldular? Bizim imanımızın, tefekkürümüzün ölçüsünü o müşrik akıl sahipleri mi belirleyecek, yahut, biz her şeyimizi onların anlayışına ve zihniyetine göre mi düzenleyeceğiz?

ALLAH’IN BİLGİSİ YETERSİZMİŞ (HÂŞÂ)!

Bunlara göre şimdi Allah’ın kitabı Kur’ân, evrensel değilmiş. Niye değilmiş? Çünkü onlara göre Allah’ın bilgisi bu günleri görememiş (hâşâ!..), aklı geleceği idrak edemeyesi imiş. Bunlar kendi akıllarını Allah’ın takdirinden üstün gördükleri için ona yön vermek lüzumunu duyuyorlar.

Bir kısmı bazı âyetlerin çıkarılmasını istiyor. Bir kısmı Kur’ân’ı ve peygamberlerin masumluğunu Tevrat’daki bazı peygamberlere günah ve zina isnat eden uydurma rivayetlere dayanarak, Kur’ân’ı, bir Müslümana yakışmayacak şekilde, tartışmalı hale getirmeyi marifet zannediyor.

Bir kısmı da Kur’ân’ın evrensel olmadığını ileri sürerek cennetteki evlere, çadırlara kafayı takıyor. Yetmiyor, Kur’ân’daki bir kısım âyetlerin farklı şekillerde tekrarını “bıktırıcı” buluyor.

Diğer bir kısmı da, anlamadığı, irtibat kuramadığı, dolayısıyla mütehayyel bir Hegel’i rehber edinmeye çalışıyor; kendince “aforizmalar” yazıp, bu aforizmalarını, çıkarılmasını istedikleri Kur’ân âyetlerinin yerine koymak istiyor. Başka bir kısmı da, hadisleri ve Hz. Peygamber’i (s.a.v.) itibarsızlaştırmaya çalışıyor.

Bir kısım âyetlerin tekrarı hazretleri bıktırıyormuş! Okumayın öyleyse!.. Ben az çok mânâya vakıf olarak 75 senedir Kur’ân okuyorum, hiç de bıkmıyorum… Milyarlarca Müslüman ve âlim de asırlardır onu okumaktan bıkmıyor! Üstelik manevî haz duyuyor! Ufukları açılıyor… Her okuyuşda yeni mânâlar zuhur ediyor.

Meselâ ben, 65 senedir Mehmed Âkif’in, Yahya Kemal’in ve benzerlerinin şiirlerini zevkle okuyorum, beni hiç de bıktırmıyor. Nevzuhurları Kur’ân’daki bazı tekrarlar bıktırdığına göre, demek ki onların tabiatında(n) ve hayatlarında(n) bir bıkkınlık var.

Hem biz, ebeveyn olarak, öğretmen, amir v.b. olarak evde, okulda, camide, muhtelif sohbetlerde bir kısım sözlerimizi yer yer tekrarlamak lüzumunu duymuyor muyuz? Duyuyoruz. Neden? Bazı sözlerimiz, fikirlerimiz dinleyenlerin zihninde yer etsin, diye tekrar ediyoruz. Allah yarattığı kulun anlayış ve öğrenme kabiliyetini bilmez mi; dikkate almaz mı? Elbette alır, almışdır; fakat, idraki noksan üstün akıllar(!) bunları kavrayamıyor.

Kendi akıllarının daha üstün olduğunu sanarak konuştukları halde, bir de kalkıp Allah’a secde ediyorlar! Takıyye mi yapıyorlar? Aklını ve bilgisini noksan görüp onu tashihe ve tamamlamaya (hâşâ) çalışan bu “üstün akıllar”ın, yahut akl-ı evvel’lerin beğenmedikleri Tanrı’ya kalkıp da secde etmesi hangi aklın eseridir? Mantıkları mı durmuş?

KIYASLAMAKDAN BİLE ACİZLER…

Zaten kıyas mantığını bile doğru dürüst kullanabildikleri yok. Tenakuzlar katar katar!.. Hegelvârî diyalektik mantığına heveslenseler de, asla beceremiyorlar. Diğer taraftan, inandıkları tanrıları kendi akıl ve nefisleridir: Aslında Allah’a değil kendi(nefis)lerinde ihdas ettikleri (heva-heves) putlarına secde ediyorlar. Dolayısıyla bunlar, günümüzün hakikî sahte tanrılarıdır.

Hegel, yokluğun kendi zıddından varlığı çıkaracağı kanaatindeydi. Bizimkiler buna uğraşsalar da sonu hüsran. Bu sebeplerle bizimkilere “nevzuhur bazı ilahiyatçı sahte tanrılar” demek vâcip olmuyor mu?!

Bazıları da Kur’ân’da mü’minler için bildirilen eşsiz köşkler meyanında kullanılan ‘çadır’ kelimesine takılıyor. Efendim Araplar, çölde hep çadırlarda yaşadığı için Arapların Müslüman olmasında kullanmak üzere böyle çadırlardan bahsedilmiş…

Ey gâfiller güruhu! Çadır sadece çöldeki Araplarda mı kullanılır? Orta Asya’da, Sibirya’da, Güney ve Kuzey Amerika’da, dünyanın her tarafında çadır kullanılmıyor mu? Onlar neden Müslüman olmamış? Sonra çölde kullanılan çadır ile Sultan Süleyman Han’ın Otağ’ı bir mi? Sultanların otağı ile cennetteki “Çadır” denilen eşi menendi görülmemiş barınaklar aynı mı, hatta benzer mi? Dünyadaki hiçbir şeyin cennettekilere hiç mi hiç benzemediğini bizzat Kur’ân haber vermiyor mu?

Bunlardan biraz farklı olarak İslâm’ı anlatan ve öven kitapları okuya okuya dinsiz olduğunu söyleyen ilahiyat menşeli felsefe hocaları da zaman zaman gazetelerde boy gösteriyor. Öyleleri de var ki, kendi akıllarının ve herkesin aklının Kur’ân’ı tek başına anlamaya yeteceğini iddia ediyor. Sanki kendi aklı kendisine yetiyormuş da başkalarına akıl dağıtıyorlar. Hasılı neler, neler!.. Ne inciler!..

ÂYETLERİ BEĞENMEYEN AKL-I EVVELLER!

Bu ilahiyatçılar bizi neden ilgilendiriyor? Çünkü bunlar, sayıları fazla olmasa da, gazetelerde, bir kısım TV kanallarında devamlı konuşarak, bazı gazetelerde yazarak, “suret-i hak”dan gözüken basit söylemlerle masum Müslümanların kafalarının karışmasına yol açıyorlar; aynı zamanda o masumların kendi eksik akıllarına teslim olmalarını da sağlamayı hedefliyorlar. Dolayısıyla fitne çıkarıp kafaları karıştırıp kalplere şüphe ve inkâr tohumları ekiyorlar. Kur’ân’ı ve Hz. Resul’ü itibarsızlaştırmak istiyorlar. Üstelik bunu da İslâm ve Kur’ân namına yaptıklarını iddia ediyorlar.

Allah’ın “geleceği bilmediği için yanlış bilgi verdiği”ni söyleyip birçok âyetin günün anlayışına uygun olmadığından çıkarılmasını isteyen bu akl-ı evveller, kendi akıllarının Allah’ın bilgisinden ve iradesinden üstün olduğunu (hâşâ) ileri sürmüş olmuyor mu? Elbette ki bunu söylemek istiyorlar. Belki de üstün akılları(!) bu kadarına bile ermiyor!..

Sonra Kur’ân-ı Kerîm’in “evrensel” olmadığını iddia ederek Allah’ın evrensel ilme/ külli bilgiye/ sahip olmadığını (hâşâ) da iddia etmek gafletinde bulunanlar da yok değil. Niye değilmiş? Efendim, Kur’ân’ın bir çok hükmü sonraki dönemlerde uygulanmayası imiş!.

İnsanların ve pek çok kavmin inandıktan sonra imanlarından döndüklerine dair pek çok misali bizzat Kur’ân’ın kendisi veriyor. Dönekler hükmün icabını yapmayınca hükmün umûmîliği kayboluyor mu? Öyleyse “B.M. Evrensel Beyannamesi” pek çok devlet tarafından 1945’den beri çiğnenip dururken o hakların evrenselliği kalkmış oluyor mu? Zaten bizim “evrensel” dediğimiz şeyler, sadece ve sadece üzerinde yaşadığımız küre çapındadır. Asla ve kat’a kâinat çapında değildir.

Ey gâfiller güruhu! Eğer Kur’ân evrensel değilse, böyle bir kitabı ancak evrensel bilgiye sahip olmayan bir varlık göndermiş olmaz mı? O vakit Allah’ın kâinatın hâkimi olarak her şeyi bildiğine olan inanç yok sayılmaz mı? Sayılır elbette. Kur’ân’ın üç harfli bir âyeti bile onun ne kadar kâinat çapında bir mukaddes kitap olduğunu göstermeye yeter de artar bile! Kıyamet Suresi (âyet,3): “Biz ölenleri parmak uçlarından başlayarak yeni baştan aslı gibi yaratmaya da muktediriz.” Bütün canlılarda parmak uçlarının nasıl birbirine benzemediği ve bu farklılığın günümüzde kimliklerin ve cinayetlerin aydınlatılmasında nasıl büyük bir fayda sağladığı, idrak sahibi herkesin ma’lûmudur.

‘ULEMÂ’ DEĞİL ‘ULAMA’

Onlar bu ve benzer söylemleriyle kendi akıllarının üstün olduğunu sanarak konuştukları için bunlara “nevzuhur bazı ilahiyatçı sahte tanrılar” demek vâcip olmuyor mu? Bundan dolayı aynı zamanda onların Hegel’in, -tam olarak intisap etmedikleri/edemedikleri için- gayrı meşru “manevî torunları” olduklarını söylemek de isabetli bir tespit olur… Bunlar Hegel’in tarihsici “mahkeme-i kübra”sında değil, Allah’ın “Mahkeme-i Kübra”sında hesaba çekilirlerse hiç şaşmamalıyız.

Descartes, mükemmel ve kusursuz olanın aynı zamanda yanılmaz ve yanıltmaz olacağını, Allah’ın insanlara yanlış bilgi vermeyeceğini ve bilgisinin de bildirdiğinin (yani vahyin) de doğru olduğunu söylüyordu. Burada önemli olan husus, insan bilgisinin doğruluğunu ve kesinliğini Allah’ın doğruluğu ve yanılmazlığı ile temellendirilmesidir. Baksanız’a, Descartes bile ulûhiyet anlayışında bizimkilerden daha mantıklı ve daha insaflı!.. Bunların, bilerek veya bilmeyerek Batı aklına yamanırken, Descartes’ı doğru bildikleri şüpheli olduğu gibi, Hegel’i de okuyup (doğru) anladıkları şüpheli!

Şimdi “iş bu ahval ve şerâit dahilinde” “Allah’ı tahtından indirdik” diyen Türk yankafalıların (aydınların) ve Batıcı müşrik ve münkir kafalılar ile bunların kafasının aynı biçimde çalıştığını söylemek doğru olmaz mı?

Ancak şunu unutmamak gerekir: Allah, “Onu (Kur’ân’ı) biz indirdik ve yemin olsun ki biz muhafaza edeceğiz” (Hicr.15/9) buyuruyor. Şimdiye kadar da kimse onun bir harfini bile değiştiremedi. Çünkü sahibi ve koruyucusu Allah’dır, O, va’dinden asla dönmez ve her şeye muktedirdir, mutlak kudret sahibidir.

Söyleyen ne güzel söylemiş:

«Kendisi muhtaç-ı himmet bir dede

Nerde kaldı gayriye himmet ede!»

Merhûm İzzet Molla da ne güzel söylemiş:

«Meşhûrdur ki fısk ile olmaz

cihân harâb,

Eyler ânı (onu) müdahâne-i

âlimân harâb!..»

(Cihânı âlimlerin şuna buna yamanmaları ve yağ yakmaları harap eder.)

Rahmetli hocam Kemal Edîb Kürkçüoğlu bunlar gibi âlimler topluluğuna “ulemâ” demezdi, “ulama” derdi. Bunlar hakikate “ulama”dır.

Yazının orijinali için tıklayınız…