İLMAR

Hayırlara Anahtar, Şerlere Kilit

MAKALELER

BATI MEDENİYETİNDEKİ SEKÜLER SOSYAL BİLİM ANLAYIŞI-MEDENİYET İLİŞKİSİNİN ÖZGÜN TÜRK SOSYAL DÜŞÜNCESİ BAĞLAMINDA ANALİZİ

Doç. Dr. Osman ŞİMŞEK
Doç. Dr. Osman ŞİMŞEK

Özet: Medeniyetler arasındaki karşı duruşlar, dirençler, farklı düşünmeler, alternatif olmalar hep özgün sosyal bilim ve onun inşa ettiği çağı, kendi kültür ve inanç merkezinden okuyan dinamik insan ile gerçekleşmektedir. Nitekim Batı sanayi medeniyeti de iktidarını “bilgi-sosyal bilim anlayışı “yoluyla kurmuştur. Batı sosyal bilim düşüncesi merkezli sosyal bilim eğitimi almış olan Batı dışı aydınlar, kendi ülkelerinde bu sosyal görüşlerle bilim hayatını yönlendirip toplumlarının Batı’ya bağlı/bağımlı kalmasını sağlamışlardır. Söz konusu aydınlar, Batı medeniyetinin dünya hâkimiyetine hizmet etmişler ve Batı ilerlemeciliğinin sonsuza dek süreceği inancını yaygınlaştırmışlardır. Bunu yaparak da kendi toplumlarının sosyal düşüncesinin, biliminin ve özgün sosyal bilim zihniyetinin geri kalmasına, bilerek yahut safdillikle katkıda bulunmuşlardır.

Bu değerlendirmelerin ışığında makalemizde, öncelikle medeniyet kavramı ele alınmaktadır. Daha sonra özellikle siyaset bilimci Samuel P. Huntingon’un çalışmaları üzerinden Batı’nın krizi sorgulanmakta ve Türkiye’de özgün sosyal bilim çalışmaları için doğurduğu ihtiyaç ve fırsatlara dikkat çekilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Özgün Sosyal Bilim, Medeniyet, Batı Medeniyeti, Batı sekülerizmi, Kültür

The Analysis of the Relationship between Civilization and Secular Understanding of Social Science in the Western Civilization within the Context of Original Turkish Social Thought           

                                                                     Assoc. Prof. Osman ŞİMŞEK

 Abstract:Challanges, resistances and differences of opinions between civilizations and the process of alternative creation always occur with the help of original social science and dynamic people who are constructed by it. Those people read the age from inside of their center of culture and belief. Because of this, it can be said that non-Western intellectuals who has taken Western social science thought fostered their societies’ dependence to West with those social views by shaping the scientific life of their countries according to those understanding of knowledge and social science. It can be said that those intellectuals, consciously or inconsciously, has contributed to underdevelopment of their countries social thought and original social science mentality by expanding the belief on the eternal supremacy of the Western civilization and its progressive aspects.

Firstly, under the light of these thoughts, the concept of civilization is examined in the article. Then, the crisis of the West is discussed especially by relying on the works of the political scientist Samuel P. Huntington. And it is underlined that this crisis both creates a need and opportunities for original social science studies in Turkey.

Key Words: Original Social Science – Civilization – Western Civilization – Western Secularism – Culture

GİRİŞ

          Siyaset Bilimci Huntington’un, Batı medeniyetinin geleceği hakkında durum tespitinde bulunurken dünyadaki birtakım gelişmelere vurgu yaptığı görülmektedir. Huntington’a göre, kültürel ve dini farklılıklar, siyasi meselelerden insan haklarına, göç, ticaret, iş ve çevreye kadar uzanan dünya üzerindeki pek çok alanda tezahür etmektedir. Bu farklılıklar arasında Batı medeniyeti için en önemlileri olan liberalizm ve liberal demokrasi gibi değerler, evrensel değerler olarak takdim edilmeye çalışılmışlardır. Bu esnada askeri üstünlüğün sürdürülmek istenmesi ve ekonomik menfaatlerin arttırılmasına yönelik faaliyetler, diğer medeniyetlerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Bu karşı duruşlara karşı Huntington, Batı medeniyeti penceresinden din ve medeniyet olgularını “işbirliğinin” sağlanması için seferber etmeye çalışmıştır (Huntington 2006: 30). Huntington’a göre, söz konusu  “işbirliği”nin hâkim Batı medeniyeti tarafından sağlanamaması durumunda medeniyetler çatışması olgusu devreye girmektedir. Medeniyetler çatışması iki seviyede ortaya çıkmaktadır. Mikro seviyedeki çatışma birbirleri üzerinde karşı kontrol kurmaya çalışan yerleşik gruplar arasında cereyan etmekte, çoğunlukla da şiddete dayalı bir karakter kazanmaktadır. “Makro seviyede ise farklı medeniyetlere mensup devletler, izafi bir askeri ve ekonomik üstünlük uğruna rekabet eder, milletlerarası müesseseler ve üçüncü taraflar üzerinde kontrol kurmak için mücadeleye girişir ve kendi hususi politik ve dini değerlerini rekabetçi bir anlayışla öne çıkarırlar” (Huntington 2006: 31).

Huntington “şayet olursa bundan sonraki dünya savaşı, medeniyetler arası savaş olacaktır” diyerek ekonomi, rekabet ve bunların çerçeveleyen dinin, medeniyetler savaşına yol açacağını ifade eder (Huntington 2006: 40). Yakın gelecekte asıl mücadelenin teması, insanlar arasındaki kültürel farklılıkları temel alan kültür-medeniyetler olacaktır (Hungtington 2006: 23).Yakın gelecek 21.yüzyıldır ve Huntington muhtemel medeniyetler savaşının din, kültür, medeniyet bağlamında gelişeceğini öngörmektedir. Bu öngörü Batı medeniyeti için ne anlama gelmektedir?

Siyaset bilimci Huntington’un bu düşünceleri, görünen anlamının ötesinde medeniyet anlayışlarının dayandığı felsefi temellerden hareketle değerlendirmeye tabi tutulduğunda, 21. yüzyılda Batı medeniyetini madde merkezli (materyalist) medeniyet anlayışından zorunlu bir paradigmatik değişmeye doğru yönlendirdiği görülmektedir. Batı medeniyeti, 18. yüzyılda aklı merkeze alan aydınlanma felsefesiyle birlikte Tanrı merkezli toplum düşüncesini “irrasyonel” olarak tanımlamıştı (Ritzer 1988: 12). 19.yüzyılda da A. Comte, bunun üzerine salt akıl-bilim-liberal kapitalizm (madde merkezlilik) sacayaklarına dayanan pozitivizmi inşa etmişti. Bu sosyal düşünce biçimi, her şeyin maddeleşmesine (eşyalaşmasına) yol açarak, bir “eşya(madde) fetişizmi”ni ve yabancılaşmayı beraberinde getirmiş(Kara 2001: 78), böylece ekonominin başatlığında materyalist bir Batı medeniyeti paradigması gelişmiştir. Batı medeniyeti bu paradigmanın gereği olarak maddeyi hayatın temeline alan, materyalist bir toplum düşüncesi ve onu sistemleştiren insan=madde merkezli bir sosyal düşünce geleneği oluşturmuştur.

Oysa Türk sosyo-kültürel dinamiklerinin evrensel gerçeği kucaklayıcı iki boyutlu sosyal tasavvurunda insan, madde+mana birlikteliği ile ifadesini bulmaktadır (Bilgiseven 1985: 450). Buna göre maddeyi ifade eden unsurlar dış verilerle(duyu organlarımız, ekonomi, reel üretim…) elde edilenlerdir. Mana özellikleri ise iç verilere (hisler, değerler, subjektivite veya kültür, din gibi unsurlar) dayanmaktadır. Huntington’un medeniyetler çatışması kuramı ile yeni dönemin ekonomi ve finans merkezli değil de, din, kültür ve medeniyet merkezli gelişmelerle açıklanabileceğini ifade etmesi, bir anlamda, Batı medeniyetinin hakim medeniyet olarak varlığını sürdürebilmesi için paradigma değişimine gitmek zorunda olduğuna işaret etmektedir. Huntington, yeni dönemde din, kültür, değerler, medeniyet gibi soyut (mana) kavramlar belirleyicilik kazanacakları için Batı medeniyetinin materyalist paradigmasını, mana merkezliliği önceleyen bir paradigma değişimine doğru yöneltme ihtiyacına zımni olarak dikkat çekmektedir. Bu açıdan bakıldığında paradigma değişiminin temelini belirleyen unsurun toplumların özgün sosyal bilim anlayışı olgusu olduğu, yeni bir toplum ve insan inşasının gündeme geldiği görülmektedir. Bu paradigmatik değişimi gerçekleştiremediği takdirde Batı medeniyetinin bir çözülme sürecine gireceği endişesini Huntington’un kuramında gözlemlemek mümkün olmaktadır. Nitekim henüz yapısal paradigma değişimine yönelemediği için Batı medeniyetinin günümüzde yaşadığı krizin, bir ekonomi ya da finans krizi olmanın ötesinde, bir “sistem”, bir “Batı’lı medeniyet değerlerinin” krizi olarak görülmesi kolaylaşmaktadır.  

Batı medeniyetindeki mevcut krizi, sadece ekonomi- finans ilişkisi bağlamında ele almak konuya yüzeysel yaklaşılması anlamına gelmektedir. Esasında bu krizi liberalist-kapitalist Batı medeniyetine yön veren “iki farklı iktidar mantığının mücadelesine” dikkat çeken görüşlere dayanarak da açıklamak mümkündür. Bu tezi savunanlar, Batı medeniyetinin yönlendiricisi konumundaki ABD’nin “imparatorluğu merkezileştirmek” istediğini söylemekte; küreselleşmenin sebep olduğu dönüşümle ortaya çıkan ve güçlenen aktörlerle, yani liberalist girişimcilerle, ABD devlet aygıtı arasında “iki farklı iktidar mantığından” kaynaklanan bir mücadelenin olduğunu ileri sürmektedirler. ABD devlet aygıtı, askeri gücünü kullanarak aradaki ilişkileri devletin öncelikleri lehine yeniden düzenlemeye çalışmış ve krizler zincirini tetiklemiştir(Okur 2008:369).

Bu çalışmanın amacı, medeniyet-sosyal bilim ilişkisinin önemine, medeniyetlerin farklılıklar içerdiğine dikkat çekmek ve bu “farklılıkların” mevcut ve önemli olduklarının kavranmasına, bu yöndeki idrakin güçlenmesine bir ölçüde de olsa katkıda bulunmaktır. Toplumların sosyal karakterlerini yansıtan bilim anlayışının, medeniyetlerin özgünlüklerinden doğan sosyal bilim anlayışı olduğu, bu noktanın Türk toplumunun önümüzdeki dönemde lider toplum olma idealine ulaşabilmesi bakımından önem arz ettiği düşünülmektedir.

1.Medeniyet Kavramı :

ABD’de 1990’lardan itibaren medyanın desteğiyle estirilen iyimserlik rüzgârları zenginlik ve ekonomik büyüme ivmesini kitlelerin zihinlerine geri dönüşü olmayan bir süreç olarak yerleştirmiştir. Nitekim 1995–2000 arasında hisse senedi fiyatlarındaki yükselişler ailelerin gelir seviyelerini arttırmış ve dikkate değer bir zenginleşme algısı meydana getirmiştir. Ancak görünürdeki gelişmeye rağmen, aslında gerçek durum birçok belirsizliği bünyesinde taşımaktadır. Yapılan incelemeler yirminci yüzyılın son çeyreğinde birçok Amerikan ailesinin ekonomik bakımından ciddi bir durgunluk yaşadıklarını göstermektedir. Nitekim, istatistiklerin gösterdikleri büyüme oranlarının diğer yüzünde, hayat standartları arasındaki eşitsizliklerin artışı bulunmaktadır. 1973 ile 1993 arasında reel ücretler %14 azalmıştır. 1993 ile 2000 arasında ise %7 artmışsa da bu rakamlar ekonomideki verimlilik artışının gerisinde kalmışlardır. Son çeyrek yüzyılda, Amerikan ekonomisindeki en göze çarpan dinamiğin ve sorunun ağırlık noktasının eşitsizlik olduğu anlaşılmaktadır (Wolf 2004:3). Bu dönemde eşitsizlik olgusu sadece Amerikan ekonomisini değil, küreselleşme, tek merkezlilik gibi kavramlaştırmalarla, dünya ölçeğinde medeniyet anlayışını da etkiler duruma gelmiştir.

Günümüzde dünyadaki hâkim medeniyet olan Batı medeniyeti ve onun temsilcisi pozisyonundaki ABD’nin ekonomik bakımdan gerilemekte olduğu sıkça ifade edilir hale gelmiştir. Artık, birçok ülke ABD ekonomisine kaynak aktarmaktan çekinmeye başlamıştır. Kaynak akışının yavaşlaması sonucunda yüz binlerce insan haciz sırasını bekler duruma düşmüştür. Bankalar batmakta, dev şirketler çökmekte, bir günde borsalarda 1 trilyon dolar kaybedilebilmektedir. Batı medeniyetinin taşıyıcısı ABD, 10 trilyon doları aşan dış borcuyla, G.Frank’ın deyimi ile “çıplak hegemon” haline dönüşmüştür(Frank 2005:104). Bu durum 21. yüzyılı zenginlik içinde geçireceğini sanan ABD halkının refah düzeyini hızla geriletmektedir. Dünya, artık  “Amerika nasıl kurtulur”u konuşmaya başlamıştır.

Hâkim medeniyetin çöküş sürecinin apaşikar biçimde yaşanıyor olması gerçeği, medeniyet kavramına ve onun insan ve düşüncesini geliştiren sosyal bilim anlayışına dikkat çekilmesini gerekli kılmaktadır. Hâkim medeniyet ne oldu da bu noktaya geriledi? Hakim medeniyetin sosyal düşünce sistemi ve onun inşa etmiş olduğu “insan” tipolojisi bu durumdan çıkış için nasıl bir arayıştadır?. Bu insan tipolojisi, yeni bir paradigma geliştirmekte ne ölçüde/kadar başarı gösterebilmektedir? Bunlar gibi temel sorulara cevap verebilmek için öncelikle medeniyet kavramını ele alarak inceleyecek, daha sonra bu kavramdan hareketle, medeniyet-sosyal düşünce ilişkisi bağlamında meseleyi derinleştirmeye çalışacağız.

Farklı soylardan insanların belli bir merkezde yerleşik hayata geçip bir araya gelmeleriyle “şehir” oluşmuştur. Tek merkez ve etrafından köy ve kasabaların bulunduğu bu yapıya, Arapçada “Medine”, Yunanca’da “polis”, Latince’de ise “civis” denmektedir. Fransızca’da civis’ten “civilisation” kavramı türetilmiştir. Medeniyet yani “civilization”; “Bütün aileye ait, terbiyeli, nazik, kibar” anlamına gelmektedir. Redhouse sözlüğünde civilization kelimesinin ilk kez Fransa’da 1756’da kullanıldığı söylenmektedir. Bu kelime,fikri, teknik, ahlaki ve sosyal ilerleme –ama dindışı ilerleme-” anlamında kullanılmasına karşın, kavramın zıddı olan medeniyetsiz ise “bedevi, vahşi” anlamına gelmektedir. Böylece medeniyet, “belirli bir kültüre erişmiş, medeni olmak hali, yaşayışta ilim, fen ve sanatta tekâmül etmiş kavim ve cemiyetlerin hali”  (http://www.yarindergisi.com) anlamını kazanmaktadır.

Ziya Gökalp’e görekültür ve medeniyet kavramları ayrı ayrı anlamları ifade etmektedir. O’na göre kültür milli, medeniyet ise milletlerarasıdır. “Medeniyet, bütün insanlık tarihi boyunca meydana gelmiş olan maddi, manevi eserler ve tasarruflar topluluğundan ibarettir. Kültürise tarih boyunca bir milletin maddi ve manevi eserleri ve tasarrufları toplamından ibarettir. Medeniyet özel bir ırka, millete ait değildir, tüm insanlığa aittir” (http://www.yarindergisi.com). Yani medeniyet, “milletlerarası” bir niteliğe sahiptir (Ülgen 2008:6).

İbn Haldun ise, medeniyetleri kuran ve inşa edenin toplumlar-kültürler, kültürü inşa edenin ise insan olduğunu söyleyerek(http://www.yarindergisi.com), medeniyet kurucu asıl öğenin dinamik insan unsuru olduğunu vurgulamaktadır.

İbni-i Haldun’a göre organik bir varlık olan insan, nasıl ki doğar, büyür ve ölürse; insanın inşası olan medeniyetler de doğar, büyür, gelişir ve ölürler.  Bir medeniyetin ölmesi yerine bir başkasının geçmesi anlamına gelmektedir. Hâkim medeniyetin iktidarını, meşruiyet gerekçesini kaybetmesi, mevcut insan ihtiyaçlarına kurum ve kuruluşlarıyla artık cevap veremez hale gelmesine bağlı olarak açıklanmaktadır.

Medeniyeti sadece somut(maddi) değerler çerçevesinde ele almayanlara göre o; “inanç ve ahlak nizamı olarak kültürü doğuran ruh enerjisi ve ilham kaynağıdır” (Özakpınar 2002:208). Buna göre medeniyet, değerler ve ahlak sisteminden oluşmaktadır.

Toynbee ise medeniyet kavramından; hâkim medeniyet olarak Batı’nın insan toplumlarını, İslam, Uzak Doğu, Hint medeniyeti şeklinde sınıflandırmasının anlaşıldığını belirtmektedir. Buna göre medeniyet ismi, insan düşüncesinde din, mimari, resim, üslup ve gelenek açısından farklı şeyleri uyandırmaktadır. Yine Toynbee, medeniyet kavramından kalkarak kendi ülkesinin tarihini anlamaya çalışırken, medeniyeti, insanın ulaştığı en küçük tarihsel birikim olarak nitelemekte (Toynbee 2006:438), ona,  kültür-değer merkezli bir anlam yüklemektedir. Toynbee kendisinin de ait olduğu seküler, kapitalist, modern Batı medeniyetinin meydan okumasının, son üç yüz yıl gibi medeniyet olgusu açısından kısa kabul edilen bir zamanda, dünyadaki 26 medeniyetten 16’sını fiilen tarihten sildiğini, 9’unu ise fosilleştirdiğini söylemekte, Afrika, Amerika ve Asya’daki medeniyetlerin yoklaşmasına neden olduğunu belirtmektedir(Kaplan 2008:76).    

Huntington’a göre medeniyet, kültürel bir varlıktır: “Köyler, bölgeler, etnik gruplar, milliyetler, dini gruplar… Bütün bunların hepsi, kültürel çeşitliliğin farklı seviyelerinde ayrı kültürlere sahiptirler. Bir medeniyet, insanların kendilerini diğer türlerden ayırt eden yönünden başka onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş kültürel kimlik seviyesidir”. Medeniyet, hem dil, tarih, din, adetler, müessesseler gibi ortak objektif unsurlar vasıtasıyla ve hem de insanların sübjektif (metafizik)olarak kendi kendilerini teşhis etmeleri suretiyle tarif edilir. İnsanlar çeşitli kimlik seviyelerine sahiptirler. Bir kişinin mensup olduğu medeniyet, onunla kendisini kuvvetle teşhis ettiği en geniş kimlik seviyesidir.

Huntington’un bu medeniyet açıklamasından hareketle, Batı medeniyeti dairesinde pozitivist mahreçli tek boyutlu medeniyet-evrensellik ilişkisinden kaçış için bir arayışın yaşandığını düşünmek mümkündür. Ancak Batı medeniyetinin, tarihsel-toplumsal kültür birikimi, insan-toplum-medeniyet kavrayışı ve daha önce değindiğimiz son iki yüz yıllık ekonomi merkezli(madde) açıklama geleneği dikkate alındığında,  Huntington’un medeniyet tanımındaki zihinseldönüşümün, Batı medeniyeti açısından yeni bir açılım ortaya koyacağı beklentisi zayıflamaktadır.  Oysa Türk toplumunun ait olduğu medeniyet anlayışının tarihsel ve toplumsal kökleri, iki boyutluluk (madde+mana bütüncüllüğü) üzerine oturmuş olduğu için medeniyet kavrayışı her çağa uygun bir dinamizmi ve yorum gücünü sosyal bünyesinde barındırmakta, aynı zamanda insanını da, değişen çağlar boyunca dinamik tutma yeteneğine sahip bulunmaktadır. Her medeniyetin kendisine mahsus temel inançları, varsayımları ve kuramları mevcuttur. Türk toplumu açısından bakıldığında, bunun ortaya konabilmesi için öncelikle geçmişte var olmuş medeniyet çerçevesi ve iddiasının içeriği açığa çıkarılmalıdır. Daha sonra, bu mirasın kullanılabilir unsurlarından yararlanılarak, çağdaş maddî ve fikrî şartları da dikkate alan yeni bir medeniyet tasarımına girişilmesi mümkün olacaktır. Bu da ancak tarihi bilmekle, tarihin inşa edici baş aktörü olan insan’ı tanımakla gerçekleşebilecektir (Özakpınar 2002:208).

Bu noktadan hareketle, Türk toplumunun mensup olduğu medeniyet dairesinin dışındaki diğer medeniyet veya “sivilizasyon tecrübeleri”ne ait toplumsal dinamiklerin insanı tek boyuta indirgemeye çalıştıkları söylenebilir. Bu durumun ise insanı “ya sadece kendi içine kapayarak ya da, sadece kendi dışına hâkim olmaya kışkırttığı ve medeniyetin özünde bulunan ahlak-değer-madde ilişkisinin bütüncüllüğünden uzaklaştırdığı için, tam anlamıyla olgun bir medeniyet anlayışını” temsil etmediği söylenebilir. Bu yüzden Türk toplumunun özgün medeniyet anlayışı, Batı terminolojisindeki medeniyet anlayışından çok daha derinlikli ve kapsamlı bir kavrayışa sahiptir. Türk toplumunun iki boyutlu medeniyet anlayışına göre medeniyet, “ancak bütün varlıklara açılabilen, bütün varlıkları ihata edebilen, bütün varlıklar arasında dinamik bir iletişim sistemi, kanalları, koridorları inşa edebilen kozmolojik bir şuur hâli”dir (Kaplan:www.yenisafak.com.tr/1Eylül 2008). Bu açıklama, Türk toplumunun medeniyet anlayışının, insanı, eşyayı ve kâinatı “metafizik+fizik” bütüncüllüğünden yola çıkan zihni bir yaklaşımla, kuşatıcı ve kavrayıcı bir şekilde ele aldığını göstermektedir. Bu ise sosyal düşünce açısından en tepe noktayı temsil eden özgün medeniyet kavrayışına “güven” duymanın önemini gün yüzüne çıkarmaktadır.

Medeniyet kavrayışına en tepede güven duymak, onun sosyal parametrelerine de (özgün iktisat bilgisi, özgün siyaset bilgisi, özgün sosyoloji bilgisi,…) güven duymayı doğal olarak gerekli kılmaktadır. Bu noktada da hali hazırdaki özgün medeniyet kavrayışımıza yeni bir yorumlama gücü kazandırma ihtiyacı doğmaktadır. Bu ihtiyacın karşılanması, özgün sosyal bilim çalışmalarıyla mümkündür.  Medeniyet-özgün sosyal bilim ilişkisi, medeniyet-toplumsal kalkınma ilişkisinin de can damarıdır.

  1. Batı Medeniyetinin Sekülerleşmesi Ve Çıkmazları

Günümüz dünyasında her yönden mevcudiyetini sürdüren tek medeniyetin, seküler Batı medeniyeti olduğu söylenebilir(Kaplan 2008:76). Batı medeniyetini toplumsal çözümlemede daha derinlikli analiz edebilmek için ise öncelikle sekülerleşme kavramını anlamak gerekmektedir. Sekülerleşme, “özellikle modern sanayi toplumlarında dinsel inançların, pratiklerin ve kurumların toplumsal önemlerini yitirdikleri bir süreçtir(Marshall 1999:645). Modern toplumlar, yirminci yüzyılda bir sekülerleşme sürecinden geçmişlerdir.

      Sekülerleşme tezi, sekülerleşmenin, sanayi toplumunun ve kültür modernleşmesinin yükselişinin kaçınılmaz bir özelliği olduğunu ileri sürer. Sekülerleşme tezine göre “modern bilim, geleneksel inançları daha az akla yatkın bir duruma getirmiş, yaşam dünyalarının çoğullaşması dinsel sembollerin tekelini kırmış; kentleşme, bireyci ve anomik bir dünya oluşturmuş, ailenin öneminin aşınması dinsel kurumları daha az ihtiyaç duyulan bir konuma düşürmüş; teknoloji, her şeye kadir Tanrı fikrini daha az gerekli ve akıldışı bir kalıba sokarak, insanlara kendi çevreleri üzerinde daha fazla denetim kurma olanağı tanımıştır. Bu anlamda sekülerleşme, Max Weber’in toplumun akılcılaşması kavramıyla ifade etmeye çalıştığı olgunun bir ölçüsü olarak kullanılmıştır”(Marshall 1999:646). Modernleşme-sekülerleşme ilişkisi bağlamında, Batı medeniyeti içinde seküler ulusçuluğun, Batı’nın sanayi kalkınmasında önemli bir etkisinin bulunduğu da belirtilir (Smelser 1964:264). Modernleşmeyle birlikte Batı medeniyeti madde(ekonomi, sanayi) merkezli bir hale gelmiş,  son doksan yıl içinde özellikle Birleşik devletlerde teknolojik değişme, milli gelirin üçte ikisinden daha fazla bir artışa yola açmıştır. Emek ve sermayedeki artış ise üçte bir düzeyinde gerçekleşmiştir (Allen 1971: 360). Maddi kültürdeki bu gelişme, materyalist değerlerin Batı medeniyetinde daha da güçlenmesine ve maddeye dayalı tek boyutlu hayat tarzının toplum tarafından itirazsız kabulüne yol açmıştır.

Süreç içerisinde modernizm-sekülerleşme ilişkisi ve seküler ulusçuluk anlayışı, Batı medeniyetinin modern toplum tipinin zihni algılayış özelliğini haline gelmiştir. Batı medeniyetinin zihniyet tasavvuru içinde sekülerleşme, din merkezli değerleri, toplum hayatını açıklamada daha az başvurulan bir kaynak olarak görmekte, akıl-maddi bakış açısı ilişkisini toplumsalı açıklamada öne çıkarmaktadır.

Bu tavra itiraz edenler arasında Berger ise modern zamanlardaki çağdaş konularda dini dikkate almadan değerlendirmelerde bulunmanın son derece hatalı olduğuna dikkat çekmekte, sekülarizmin toplum hayatının ve modern insanın problematiğinin çözümü hususundaki yetersizliğine vurgu yapmaktadır(Berger 2006:397). Berger’in bu sekülerleşme eleştirisinden hareketle, sekülerleşmenin ortaya çıkardığı “modern insan”  tipolojisini, modernleşme bağlamında ele alarak açıklamak mümkün olmaktadır.

 “Modern insan”ın modernite bağlamında değerlendirilmesi icap etmektedir. Çünkü modernite madde merkezli bir zihin dünyasından hareketle, maddi “dünya hayatı”nı temel öncelik kabul etmektedir (Sifil 2008:9). Modern insanın önceliği ya da zihinsel merkezi, maddeci dünya hayatıdır. Bu durum ise modern insana, kendisinin kim olduğunu unutturmuş ve yeni problemlere kaynaklık etmiştir (Nasr: 2004:16).

Modern insan; insanı, eşyayı ve olayları ele alırken merkeze kendisini, algısını, tutkularını, beklentisi, menfaatini, rahatını kısaca egosunu(maddeci dünya hayatında en üst pozisyona sahip olma hissi, tutkusu) ortaya koymaktadır. Bu zihni anlayışla da şeyler ve kavramlar dünyasını, yani sosyal düşünce anlayışını buna göre tanımlamaktadır (Sifil 2008:9). Tek boyutlu insan-madde ilişkisi bağlamında şekillenen modern insan, kendi varlığının içine, özüne inemeyerek ancak onun kenarında yaşamaktadır. Yani kendi gerçekliğine sathi, yüzeysel yaklaşmaktadır. Bu, dünyayı tek boyutlu olarak merkeze alan düşünce biçimi, onun “dünya hakkında nitelik olarak yüzeysel ve fakat nicelik olarak sersemletici bir bilgi edinebilmesine” yol açmıştır. Batılı değerlere sahip modern insanın dünyaya yansıttığı, kendisinin dışı, yani sadece maddi yönü ve yapay imajıdır. Dünyayı bu tür maddi terimlerle öğrendiği için de, bu maddi bilgiyi merkeze alarak kendi görünümünü inşaya çalışmıştır (Nasr 2004:16).

Modern insanın dünya hayatına tanımış olduğu merkezi konumun gücü sebebiyle, modern zaman diye ifade edilen süreçte tüm kavram, değer ve sistemler bu bağlamdan hareketle sistemleştirilmiştir. Modern insan, zamanı, mekanı ve insanı, moderniteye karakterini veren “rasyonalite”, ”konfor”, “özgürlük”, “ilerlemecilik”… gibi kavramlar çerçevesinde ele alır. Bu kavramsal çerçeve ile modern insan,  rasyonel olarak açıklayabildiği şeyleri ancak anlamlı bulur. Rasyonel açıklama getiremediği konuları ise irrasyonel bularak kabul etmemektedir. Örneğin kader, ahiret, Allah inancı hep bu türden bir bakış açısıyla ele alınmaktadır(Sifil 2008:9). Bu ise modern Batı medeniyetinde hâkim sosyal düşüncenin madde merkezli gelişmesine, dolayısıyla da “maddi güç”ü (sadece ekonomiyi, ekonomi merkezli bakışı) merkeze alan insan tipinin (homo- econimicus) oluşmasına yol açmıştır. Bu süreç Batı medeniyetinin dine bakışını etkilemiş ve dinin sosyal düşünce üzerindeki etkisini azaltıcı rol oynamıştır.

Oysa Batı medeniyetinin bu tavrına rağmen günümüz dünyasında, kimi istisnalar dışında, olabildiğince dini bir dönemin yaşanmakta olduğu görülmektedir. Sosyal realitede meydana gelen bu gelişme, 1950-1960’larda tarihçiler ve sosyal bilimciler tarafından yazılan ve sekülerleşme (secularization) teorisi şeklinde isimlendirilen literatürün yeterince güçlü olmadığını, hatta yanıldığını ortaya koymaktadır (Berger 2006:379).

Sekülerleşmenin ana argümanı, modernleşme süreci ile birlikte bir yandan toplumsal bağlamda, öte yandan da modernist bireyin zihninde (bilincinde) dinin, önemsiz bir noktaya itileceğiydi. Ancak ilerleyen süreçler modernist bu kurgunun yanlışlığını göstermiş, sekülerizmin insan ve toplum üzerinde yeterince kapsamlı bir açıklayıcılığa sahip olmadığı anlaşılmıştır.

Berger “modernleşmenin bazı bakımlardan sekülerleşmeye sebep olduğu, hatta bazı coğrafyalarda bunun daha fazla hissedildiği” görüşünün doğru bulmakla beraber bunun yeterli bir açıklama sunmadığı kanaatindedir. O’na göre esasında “modernleşmenin sekülerleşme karşıtı birçok güçlü hareketi doğurduğu da ortada”dır. Ayrıca sekülerleşmenin toplumsal ölçekteki etkisinin, bireyin bilinç seviyesinde tezahür etmesi gibi bir zorunluluk da bulunmamaktadır.

Sekülerleşme kavramı tarihsel-toplumsal gelişimi bağlamında ele alındığında,  aydınlanma düşünürleri ve ilerlemeye inananların çoğunun, “en azından “gerici”, “batıl” ve “hurafe” inançları yok edeceği zannıyla sekülerleşmenin çok iyi bir şey olduğu” inancını taşıdıkları görülmektedir(Berger 2006:380). Fakat günümüzde, modern seküler kültür hâkim medeniyet tarafından temsil edilmesine rağmensekülerleşme kuramı”nın geçersizliği vurgulanmaya başlanmıştır. Sekülerleşmenin, toplumun dini kurumlarına yönelik çeşitli uyumlaştırmalarla uyguladığı yöntemlere bakılarak bu sonuca ulaşılmaktadır(Berger 2006:381). Buna karşın sekülerizme karşı tepki gösteren, metafizik inanç ve uygulamaları dayalı dini hareketler, başarılı olmuşlar ve bu süreçten güçlenerek çıkmışlardır(Berger 2006:382).

Konusu itibariyle incelememiz, medeniyet-sosyal bilim ilişkisinin güçlenmesi üzerinde yoğunlaşmayı hedeflemektedir. Seküler sosyal bilim anlayışı çerçevesinde hâkim Batı medeniyetini kendisine model alan toplumlarda, Batı tipi yüksek eğitimden geçmiş, özellikle sosyal bilimlerden insanların oluşturduğu sekülerleşmiş bir alt kültür bulunmaktadır. Bu alt kültür, Batılı sosyal bilim değerlerinin, yani ilerlemeci ve aydınlanmacı düşüncenin inanç ve değerlerinin kendi ülkelerindeki bayraktarlığını yapmaktadırlar. Kendi toplumlarının kalkınmasını, insanının karekteriolojik inşasını bu değerlere göre kurgulamakta; toplumlarını hâkim Batı medeniyetinin sosyal bilimi yoluyla askersiz, silahsız, kan dökmeksizin, yeni emperyalist sömürülüşün içine çekmektedirler. Bu alt kültürün mensupları içinde yaşadıkları toplumda azınlıktadırlar ve elitist zihniyetin sosyal mesafe anlayışının tepkisel bir sonucu olarak da halk arasındaki itibarları oldukça düşük düzeylerdedir. Ancak eğitim sistemi, medya ve yargı gibi önemli kurumlar üzerinde çok etkin oldukları için toplumsal sisteme ve işleyişine hâkim bir durumdadırlar. Berger bu konuda “net olarak bildiğimiz bir şey global düzeyde böyle bir elit kültürün oluştuğudur” diyerek, hakim Batı medeniyetinin gücünü devam ettirmesinde, elit kültür-sosyal bilim ilişkisinin yönlendirici gücüne dikkat çekmektedir.

Bu sürecin bir yandan da halk desteğini arkasına almış dünya ölçeğinde çok kuvvetli bir dini hareketlenmeyi doğurduğu da söylenebilir. Bu sosyal hareketliliğinin ortaya çıkmasındaki en önemli unsurların başında ise “seküler elit tabakaya yönelik bir protesto ve karşı duruş” bulunmaktadır(Berger 2006:388). Böylece elitler bir yandan sekülerleşmeyi, Batı sosyal bilimi vasıtasıyla beslemekte fakat öte yandan da belli bir zaman sonra, uyguladıkları yabancı sosyal düşünce politikaları yüzünden yerli halkla bilinç olarak ayrışmanın, farklılaşmanın kesinlik kazandığı bir noktaya gelmektedirler. Elitler, toplumun/halkın T zaman sonra, pek çok acı bedeller ödeyerek bilinçlenmesine hizmet etmiş olmaktadırlar.

Brezenski ise sekülerleşme-insan hakları ilişkisine dikkat çekerek, Batı sekülarizminin insan haklarının en iyi taşıyıcısı olmadığını belirtmektedir. Batı ruhunu, sekülarizmin madde merkezliliğinden aldığı için “güzel hayat”ın anlamını da buna göre tanımlamaktadır. Bu bağlamda “güzel hayatı”; temelde maddi duyguların tatminine, ego merkezli hedonizme ve kendini tatminin paylaşılamazlığına dayalı, tüketimin toplumsal statüyü belirlediği kültürel bir dalga tarif etmektedir. Brzezinski, insanlığın bunlardan daha farklı bir şeyler içermesi gerektiğini düşünmektedir. Yani insanlık, Batı medeniyetinin maddi temelleri üzerinde inşa edilen, manevi ve ahlaki boşluk içindeki politik bireyden farklı bir noktada bulunmayı hak etmektedir. Bundan dolayı “Batı’nın çoğunda hâkim olan maneviyattan yoksun sekülarizm, kendi kültürel yok oluşunun filizlerini de içinde taşımaktadır”. Nitekim Brzezinski, Batı medeniyetinin taşıyıcısı konumundaki Amerika’yı süper güç yapan dayanakların yetersizliğine dikkat çekmektedir (Brzezinski 2006:196). Bunun sebepleri arasında, Batı kültürünün uygulamaları yer almaktadır. Liberalizmin üstünlüğünün, başta sosyal bilim metodolojisi yoluyla olmak üzere, tüm dünyada yaygınlaştırılması için gösterilen çabaları ikiyüzlü ve boş bir hale getirmektedir. Bu ise yaşadığımız zaman dilimi içerisinde liberalizmin evrensel geçerliliğinin sorgulanmasına yol açmaktadır” (Brzezinski 2006:199).

Bu noktada pozitivist mahreçli Batı sosyal bilim düşüncesinde paradigmatik bir değişimi zorunlu gören Brzezinski, bütüncül/sentezci metodik yaklaşıma yönelerek, Batı medeniyetinin yeni çıkış yolunun kurgusunu yapmaktadır: “Hayatın manevi boyutunun da maddi boyutu kadar önemli olduğunu kabul etmenin zamanı gelmiştir. İnsanlık, rastlantılara bağlı bir dünya kaderi üzerinde hak iddia etmekse, ahlaki güdüler merkezi bir yerde olmak zorundadır.” (Brzezinski 2006:203). Bu konuda, G. Weigel de “Dünyanın sekülarizasyondan uzaklaşması, yirminci asrın sonlarındaki hayatın hâkim sosyal gerçeklerinden birisidir. Dinin yeniden doğuşu, Gilles Kepel’in ifadesiyle “Tanrı’nın Rövanşı”, medeniyetleri birleştiren ve milli sınırları aşan bir kimlik ve ümit temeli sağlıyor” diyerek, Batı sosyal bilim-medeniyet ilişkisine yüksek bir zaviyeden derin bir eleştiri yöneltmektedir (Huntington 2006: 27).

“Yapısökümcü” yaklaşımdan hareketle Batı medeniyetinin metafizik geleneğini sorgulayan Derrida da, bu geleneğin “özdeşlik yasasında bulunan temelinin” kökenlerine yönelik incelemesi üzerinden J.J.Rousseau’nun felsefesini inceleyerek, Batı metafizik geleneğinin paradokslar ve mantıksal çıkmazlar ile dolu, “delik deşik” karakterini açığa çıkarmayı başarmıştır (Lechte 2006:196).

Sonuç itibariyle de seküler akıl (maddi, ekonomi merkezli ya da dışsal bakışlı akıl) ile metafizik aklın(maddi akıl ile mana aklın bütünlüğü, birlikte ele alındığı akıl) birlikteliğini öngören bütünsel akılla karşılaştırıldığında, Batı’nın insan = madde eşleştirmesine dayalı medeniyet anlayışının sadece seküler aklı merkeze alan bir kavrayışa sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bu akıl, insana, eşyaya, kâinata ve topluma bütünsel akıl içindeki metafizik akıl kavrayışından yoksun olarak yaklaşmaktadır. Böylesi bir kavrayış ise Batı medeniyetinin en temel çıkmazını oluşturmaktadır. Batı medeniyetinin seküler akıl kavrayışı, metafizik aklı “hiçlediği” için metafizik akılla birlikte var olan ahlak, değer, mana(iç) gibi soyut düşünceye dayalı bilgi kümesinin oluşmasını engellemiştir. Bu durum ise Batı medeniyetinin içine düştüğü krizden çıkmak için ihtiyaç duyduğu, ancak uzmanlık alanı olmayan insan-ahlak soyut ilişkisini yeniden düzenli bir şekilde kurabilme ihtimalini en alt düzeye indirmektedir. Batı medeniyetinin sorunu, seküler akla sahip materyalist insanın insan-toplum-mana ilişkisini sağlıklı bir şekilde kuramadığı için yaşadığı tatminsizliktir. Bu durumun kendi sistemini sorgulayan Batılı insanı, kültürel olarak “Doğu”yla ve onun metafiziğiyle ilgi kurmaya yönlendirdiği söylenebilir. Çünkü, seküler aklı merkez alıp, metafizik aklı ihmal eden Batı medeniyeti, metafizik akla dayalı insanın “inanma ve inandığını yaşama” istencine yaklaşık iki yüz yıldır yeterli derecede cevap verememiştir.

  1. Sosyal Bilim Kavramının Toplumsal Kültür İle İlişkisi Ve Toplumlar Üzerindeki Yönlendirici Etkisi:

Yukarıdaki başlığa yansıyan problematiğin analizini gerçekleştirebilmek için ilk aşamada sosyal bilim kavramı ele alınacaktır. Daha sonra ise, özgün sosyal bilim ile hâkim medeniyetin öngördüğü sosyal bilim anlayışlarının düşünce düzeyindeki “ortaklık” ve “farklılıkları”, sosyal düşüncenin üretilmesinde en önemli belirleyicilerden olan kültürel yapı ile ilişkisine dikkat çekilerek tespit edilecektir. Böylece sosyal bilimin dünya toplumlarını yönlendiren, yönlendirirken de inşa eden ya da farklılıkları (insan tipolojisindeki, düşünceyi temellendiren kültüre bağlı kabullerdeki, yaşama tarzındaki…) fark ettiren özelliğinin önemine dikkat çekilecektir.

Bilim, “insanların çevresi ve bu çevrede gerçekleşen olaylar üzerinde egemenlik kurma çabalarının bir ürünü olmaktadır” (Sezen 1993:10). Bu bağlamda sosyolojide metot, sadece bazı doğrulara ulaşmayı sağlayan bir araç niteliği taşımamaktadır. Metod, bu önemli sorumluluğa ilaveten, farklı görüşlerin geçerliliklerinin bilimsel açıdan ispatlanması fonksiyonunu da yerine getirmektedir. Bu yüzden, herhangi bir zaman diliminde geçerli, tek bir metodik yöntemin kabul edilmesi yönünde ortak bir kanaatten söz etmek oldukça güçtür. Farklı sosyoloji akımlarının öngördüğü farklı sosyolojik metotların bulunmasını tabii saymak gerekmektedir (Sezen 1993:10-11).

Batı medeniyetinin sosyal bilim anlayışı, medeniyetlerin değişim dinamiklerini de inceleme konusu yapan sosyal değişme meselesini, ekonomik ve tarihsel bağlamlarda materyalist bir perspektiften ele almaktadır. Buna göre sosyal değişme iki tip mekanik etkileşimden oluşmaktadır. Bunlar ideal ve maddi nedenlerdir. İdeal neden, insanların kendi geleceklerini kavramlaştırmalarına göndermede bulunur (Perrons 2004: 4-5). Maddi nedenler ise doğal, teknolojik, ampiristik sosyal ve kültürel koşullardır. İnsanlar kararlarını bunlara göre vermektedirler (Perrons 2004:9) Bu tanımlardan Batı medeniyetinin sosyal değişmeyi belirleyen nedenlerden birisi olan ideal nedeni dahi modernizm-sekülerleşme bağlamında değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Bu manzara, günümüzde Batı sosyal bilim dünyasındaki bilimsel kisve taşıyan sosyal ve insan bilimlerine ilişkin pek çok yaklaşımın insan doğası hakkında tam bir cehalete batmış olduğunu göstermektedir. Bunların “sözde bilimler” adını taşımaya çok daha layık olduğunu söyleyen (Nasr 2004: 30)  S. H. Nasr, mevcut hâkim Batı medeniyetinin ortaya koyduğu sosyal bilim yöntemini ve sosyal düşünce ekolünü ciddi biçimde eleştirmektedir.

Batı medeniyetinin yeryüzü hâkimiyetinde, özellikle 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyıl boyunca geliştirdiği sosyal bilim anlayışının önemli bir pay sahibidir. Sosyal bilimler toplumları ve insanların düşünce sistemlerini inşa ederek bu görevi yerine getirmiştir. Yukarıda da değinildiği gibi, 20. yüzyılın ortalarından itibaren fiili sömürgeciliğin son bulmuştur(Davutoğlu 2004:16). Ancak, sömürgecilik ile liberalist-kapitalist perspektifin zenginleşmeye yaklaşımı arasındaki ilişki, Batı hegemonik zihniyetinin eski alışkanlığını yeni dönemde, yeni şartlara göre uyarlaması ihtiyacını doğurmuştur. Bağımsızlıklarını kazanarak milli devletler haline gelen eski sömürge toplumlarının Batı medeniyetine bağımlılıkları bir şekilde devam ettirilmeliydi. Batı medeniyeti, özgürlük, demokrasi ve insan haklarının sözde geliştiği bir zamanda, kendi sosyal bilim anlayışını bu söylemlerle hedefteki toplumlara sunmuştur. Bu takdimin dayandığı temel argümanlar; çağdaşlaşma, modernleşme, sekülerlik, serbest piyasa, bireycilik, insan hakları, liberal demokrasi gibi kavramlar üzerine inşa edilmişlerdir. Bu kavramsal çerçeve ile pozitivist felsefi zihniyet, Batılı sosyal düşünce merkezli bilim yöntemini oluşturmuştur. Batının bu sosyal bilim anlayışı ile modern topluma ulaştığı söylenmiş, Batı dışı toplumlar ve bu toplumların sosyal bilim/düşünce biçimi de sözde modernliğe ulaşma adına kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Batı dışı toplumların eşya-insan-toplum etkileşimine yönelik tavır alış biçimlerinin ve insan inşası yöntemlerinin Batı sosyal bilim/düşünce anlayışının materyalist, pozitivist eksenli liberal zihniyetine göre dönüştürülmesi öngörülmüştür. Batı medeniyeti bu yöntemi sunarak ve hatta modern, medeni kültür ihracı adı altında onu dayatarak Batı sosyal bilim/düşünce anlayışını dünya toplumlarını yeniden Batı’ya bağımlı kılabilmek için bir araç olarak kullanmıştır.

Bu yüzden, Batı merkezli sosyal bilim/düşünce sisteminin, yeni dönemde Batı dışı toplumları sömürmeye yönelik bir aygıta dönüştüğü söylenebilir. Bu aygıtla mücadele edecek “karşı bilginin” üretilmesi için de sosyal bilimlerde toplumların kültür ve değerleri arasındaki farklılıkların kabulünü merkeze alan bilgi inşası süreçlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ise hâkim Batı medeniyetinin sosyal bilim paradigmasının bilimsel sınırlar dâhilinde eleştirel analize tabii tutulmasını ve bir “karşı bakışın” geliştirilmesini gerekli kılmaktadır.

Sosyal bilimlere dayalı açıklamaların toplumsal kültüre bağımlı, itibarilik, izafilik, görecelik içeren bir yönü bulunmaktadır(Bozkurt 2004:104). Sosyal bilimlerin bu yönü sayesinde, merkez (hâkim, dominant) toplum düşüncesinin kendi sosyal anlayışına göre geliştirdiği evrensellik iddiasındaki kanunların (örneğin pozitivistik düşünce mantığının mutlak uygulanması gibi) eleştirilmesi ve büyük ölçüde kültür bağımlı genelleştirmelere ulaşılması mümkün olmaktadır. Sosyal bilimlerde kültür merkezli bakışın hâkimiyet kazanmasının “doğal sonucu olarak, Batı entelektüel geleneğinin ürünü olan sosyal bilim teorileri ve sosyolojik çevrelerin, diğer toplumların sosyal fenomenlerini anlaması ve fenomenler konusunda evrensel geçerliliğe sahip genelleştirmelere ulaşabilmesi” oldukça güç gözükmektedir. Çünkü dünyadaki küçük bir bölgede geliştirilen sosyal bilim/düşüncenin evrensel bir şema olarak sunulması, onu son derece sınırlı ve yetersiz kılmaktadır (Davutoğlu 2005:227). Buna göre, sosyal bilimler sahasında elde edilen bilgilerin büyük bir kısmının değer yargılarından oluştukları söylenebilir. Bunlar sayesinde milletlerin/toplumların kendilerini diğer milletlerden/toplumlardan ayırt eden sosyo-kültürel özelliklerinin, milletlerin/toplumların  insan tipolojilerinin tespiti ve sahip oldukları değerlerin açığa çıkarılarak sistematize edilmeleri mümkün olmaktadır (Goode/Hatt 1973 : 32). Değer yargılarının sosyal bilimlerde işgal ettiği merkezi konumun kaynağı, sadece kültürden ileri gelen ve insanları harekete sevk eden duygu ve heyecanları kalıba sokulmuş bir şekilde ifade etmeleridir. Değerler, insan davranışlarını belirleyen başlıca etkenlerdir. Davranışlar ise sosyal bilimlerin başlıca inceleme konusudur. Birçok bilim insanı, bilimin değerlerle kaçınılmaz bir biçimde temas halinde olduğunu kabul etmektedir (Goode/Hatt 1973 :34).

Sosyal realitede sonuç üzerinde rol oynayan faktörlerin sayısı oldukça çoktur. Buna göre sosyal bilimler çok faktörlü bilimler olma özelliği taşımaktadır. Sosyal bilimlerin bir yandan çok faktörlü olması öte yandan da milletlerin/toplumların kültür değişmelerine uğraması, çeşitli çağlarda farklı faktörlere ağırlık kazandıracak açıklamaları mümkün ve gerekli kılmaktadır. Bu yüzden sosyal bilim araştırıcıların çalışmaları, bu değişmelerde açıkça gözlemlenen ve çağlara göre değişen faktörlerin etkisi altında kalmak gibi bir subjektiviteyi bünyelerinde barındırmaktadırlar. Bu durumun ise sosyal bilimlerde birbirinden farklı tek nedene dayalı açıklamaların ortaya çıkmasında etkin bir rol oynadığı görülmektedir. Ancak bu tür açıklamalar, bilimsel eleştirilerle de karşılaşmaktadır (Bilgiseven 1994:13).

Sosyal kurumlar, her kültürel yapıda değerlerle yüklüdürler. Kültürün normatif kodlarını ihtiva ettikleri ve insanların hayat tarzlarını yönlendirdikleri için de sosyal düşünce üzerinde etkin bir rol oynamaktadırlar(Aydın 2000:13-14). Sosyal kurumlar (din, ekonomi, aile, siyaset, eğitim ve boş zamanı değerlendirme) her kültürde düzenli bir şekilde sıralanmış olmakla birlikte, farklı toplumsal kültürler sosyal düşünce üzerindeki etkileri bakımından farklı kurumları, kurumlar sıralamasının en üstüne yerleştirir ve mihver(başat) özelliği olan bir “önder kurum” tespit ederler. Bu anlamda önder kurum, “toplumda kişilerin “anahtar rolüne” benzer, diğer kurumları da kendi işlevi doğrultusunda yönlendirir.” Kültürler önder kurumlarını merkeze alarak, onun çevresinde ve ona bağımlı kalarak sosyal bilim/düşünce anlayışlarını geliştirirler. Örneğin Çin kültüründe önder kurum aile, Roma kültüründe siyaset, Hindistan’da din, Batı medeniyetinde ve onun hâkim taşıyıcısı Amerika’da ekonomidir(Aydın 2000: 24). Türkiye’de ise Cumhuriyetin kültür devrimi politikalarına kadar önder kurum din kurumu iken, 1923 sonrasında Batı medeniyeti sosyal paradigmasının kabul edilmesiyle birlikte ekonomi kurumu dinin yerini almıştır(Aydın 2000: 96).

Bir kültürel yapıda sosyal kurumlar, sosyal bilim/düşünce sistemini besleyen ana kavramsal çerçeveyi oluşturmaktadırlar. Bu yüzden sosyal bilim düşüncesinin önder kurumun tercihi bağlamında geliştiği söylenebilir. Örneğin Batı’da özellikle sanayi devriminden sonra şekillenen teknoloji toplumunun tek faktörü merkeze(ekonomiyi/maddeyi)alan sosyal bilim/düşünce anlayışı, pozitivist felsefenin ana hatlarının çizdiği liberalist-kapitalist bireyi inşa etmiştir.

Sosyal nitelikli çalışmalar, tercih edilen önder kurumun sosyal bilim/düşüncesinin sistemleştirilmesini(meşrulaştırması) temelde beş boyutlu bir modelle gerçekleştirmektedirler. Buna göre sosyal nitelikli bakış açısı; tasvir(betimleme), açıklama, anlama, anlamlandırma ve yönlendirmeden oluşmak üzere temelde beş ana saç ayağı üzerine oturmaktadır(Davutoğlu 2004:1).

“Tasvir boyutu, incelenen nesneyi görüldüğü şekilde resmetmeye dayanırken, açıklama boyutunu temel hedefi, yaşanan bir sürecin ya da gözlenen bir olgunun görünen dinamiklerini sebep-sonuç ilişkileri çerçevesinde ortaya koymaktır.

Anlama, incelenen nesneleri derinliğine kavrayan bir perspektif; anlamlandırma ise perspektife yön kazandıran bir duruş sahibi olmak demektir. Anlamlandırabilmek önce özgün bir duruşu, sonra da özgün bir teorik çerçeveyi gerektirmektedir. Her anlamlandırma çabası, kendi içinde tutarlı bir teorik çerçeveye dayanmak zorundadır.

Gözlemden kavramsallaştırmaya, kavramsallaştırmadan soyutlamaya, soyutlamadan teoriye geçiş, tasvirden açıklamaya, açıklamadan anlamaya ve anlamadan anlamlandırmaya geçişin metodolojik anahtarıdır(Davutoğlu2004:1). Yönlendirme ise anlamlandırma çerçevesinde sonuç çıkarabilmek ve bu sonuçlara dayalı olarak olguları ve süreçleri etkileyebilmektir.

İlk dört boyut zihinsel bir zeminde kalabilirken beşinci boyut bu zihinsel süreçlerle pratik arasında bir köprü oluşturur. İlk dört boyut ne ölçüde mantıki olarak tutarlı ve tarihi olarak geçerli bir zemine sahipse son boyut da o ölçüde kalıcı etkiler yapmıştır”(Davutoğlu 2004:2).

Batı sosyal bilim geleneği, tek faktöre dayalı tasvir ve anlama süreçlerinde elde ettiği bilgileri evrensel doğrular şeklinde takdim etmiş ve milletlerin/toplumların/kültürlerin sosyal düşünceleri ile insan inşası biçimlerini dayatmacı bir üslupla yönlendirmeye çalışmış, nasıl düşünülmesi ve insan-eşya(madde) ilişkisinin nasıl kurulması gerektiğine dair hazır yöntemler sunmuştur. Böylece Batı dışı toplumlara kendi özgün sosyal düşünce sistemini ihraç eden hâkim Batı sosyal düşünce sistemi, hegemonik alanını genişletme, hâkimiyet sahasının muhafazasını gerçekleştirme imkânına kavuşmuştur.

Davutoğlu’nun sosyal bilimlerde “anlama”ya açtığı yer, incelenen nesneyi kendi özgün kimliğine göre değerlendirme serbestisi sağlayarak özgün sosyal bilimin/düşüncenin de önünü açmakta, özgün insan inşa edebilme ihtimalini de dinamik tutmaktadır. Ayrıca kontrol edilmeye veya yönlendirilmeye “karşı tavır” geliştirebilme imkânını da vermektedir.

Özgün sosyal bilimin/düşüncenin gelişiminde ve korunmasında, dilin de vazgeçilmez bir yeri bulunmaktadır. Bundan dolayı “bir toplumun medeniyet ve kültür sisteminin tam olarak anlaşılması ve tanımlanması ancak ve ancak o topluma ve o toplumun diline özgü semantik çerçevenin oluşumunun yakinen bilinmesi ve kavramlara yüklenilen mana ve değerlerin bu çerçeve içinde geliştirilmesi ile mümkün olabilir”. Sosyal bilimlerde bazı teknik kavramların evrensel bir anlam dünyası bulunsa dahi, özellikle karşılaştırmalı sosyal bilim çalışmalarında kullanılan anahtar mahiyetli temel kavramlar kültür ve dile bağımlı olarak açıklandıkları için tamamıyla özgün bir nitelik taşımaktadırlar.

Bu temel kavramlar, özgün sosyal bünyelerin tarihi-kültürel süreklilikleri sayesinde ortaya çıkmaktadırlar. Söz konusu temel kavramlar, özgün sosyal bünyenin “kendi içinde kesin bir tutarlılığa sahip özel semantik alanlarıdırlar.” Bu yüzden sosyal bilim mahreçli herhangi bir kavramın, bulunduğu kültür sistemi ve onun zihniyet dünyasına ait “semantik alandan” bağımsızlaştırılarak kullanılması, kavramın sözlük anlamı üzerinden tercüme edilerek değerlendirilmesine yol açmaktadır. Bu ise kavramın gerçek anlamının ve sistematik iç örgüsünün anlaşılamamasına sebep olmaktadır ( Davutoğlu 2005:220- 221).  Bu önemli metodik mesele, Batı medeniyeti ile Türk sosyo-kültürel yapısı arasındaki farklılıkların zaman ve mekân algılamalarında tezahür eden zihni temellerinin nasıl ele alınması gerektiğini göstermektedir (Akın vd. 2007: 37).

Metot tartışmalarından hareketle konuyu derinleştirdiğimizde, Batı’da aydınlanmacı-pozitivist ve madde merkezli liberalist ideolojinin taraftarlarından başka yorumsamacılar gibi bunlara karşı çıkan ekollerin de bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Ancak Türkiye’de Tanzimat’tan itibaren sosyal  “bilim anlayışı” olarak, pozitivist–liberalist ideolojinin toplum düşüncesi anlayışının giderek dayatıldığı bir süreç yaşanmıştır. Bu yönlendirici süreç,  Türk toplumunun kendi tarihsel kültürel dinamiklerine dayanan sosyal bilim anlayışından uzaklaşmasına/uzaklaştırılmasına ve buna bağlı olarak da özgün sosyal bilgi üretme kısırlığına ya da onu “küçük görme” eğilimine yol açmıştır(Şimşek 2008:260 -261).  Bu durumun doğal bir sonucu da, Türk toplumunda fikir ve siyaset hayatında önder pozisyonda bulanan şahsiyetlerin “kimlik, medeniyet tanımlaması konusunda kendine güveni olmayan ve kararsız bir tavır” içinde bulunmalarıdır. Oysa bir toplumda aydının en önemli görevi, ait olduğu toplum/kültürün geleceğini hazırlaması ve “bir stratejik ideal tanımlaması” yapabilmesidir(Davutoğlu 2006:449).

Yukarıda da ifade edildiği gibi, Türk toplumunun son iki yüzyılına damgasını vuran aydın-toplum ilişkisi son derece çarpık bir düzlem üzerinde gelişmiştir. Zihniyet planındaki bu çatışmacı sosyal durumun tabii yansıması, birlik ve bütünlükten uzak bir toplum yapısının belirgin bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Birlik ve bütünlükten uzak, parçalanmış, hedefsizlik içeren ve zihinlerde netleşmemiş bu toplumsal manzaranın en önemli meydana geliş sebeplerinden biri, “güçlü bir medeniyet birikimine sahip bir toplumu başka bir medeniyete kuyruk yapmak isteyen elitin yaşadığı psikolojik dengesizlik hali”dir. Söz konusu dengesizlik, medya ve pozitivist mahreçli kapitalist-liberalist eğitim zihniyeti aracılığıyla toplumun tamamına ulaşacak şekilde yansıtılmıştır. Toplum mühendisliğinin sebep olduğu bu büyük sosyal çözülme, medeniyetler çatışmasının yaşandığı günümüzde Türk toplumunu “kendini herhangi bir düzeyde tutarlı bir şekilde tanımaktan aciz bir bunalım”lı görüntüye büründürmüş, değerlerdeki aşınmanın etkisiyle kaotik bir manzara ortaya çıkarmıştır. Bu olumsuz sosyal görüntüye rağmen, “Türkiye kapsamlı bir kimlik yenilemesi ve medeniyet ihyası sürecine girme cesaret ve becerisini göstermezse gelecekteki teorisyenler bu toplumu ya tarihin sonunun kurbanları ya da medeniyet çatışmasının suçluları arasında zikredecektir”(Davutoğlu 2006:449).

Sonuç itibariyle Batı medeniyeti sosyal bilim anlayışına ait maddi temelli çözümlerin merkez kabul edilmesinin, Türk toplumunu günümüzde hangi noktaya götürdüğü açıkça görülmektedir. Bu anlayışın telafisi ve yeniden toplumsal birliğin sağlanması için milli ve manevi değerler birlikteliğinden hareketle kültürümüzün özüne uygun yeni yorumlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yorumlara yaslanan yeni bilim anlayışının, yani ahlak merkezli bilim toplumu anlayışının bütünleştirici zihniyetinin, uygulamaya konulması ve buna göre sosyal meselelerin yerli çözümlerinin üretilmeye başlanması gerekmektedir. Bu ise değerlerin eğitmiş olduğu dinamik, çağa kavram üretebilen insanı yetiştirebilmekle mümkündür. Bu insan tipolojisi, milli ve manevi kültür bütünlüğünü tesis edecek, değerlere karşı duyulması gereken güvenicanlı tutacaktır. Kültürüne güven duyma hissinin gelişmesi, toplum-devlet–birey bütünleşmesini sağlamada ve milli toplum kalkınmasını arzu edilen en yüksek seviyeye çıkarmada, en yetkin amiller arasında bulunmaktadır. Çünkü Batı medeniyeti, insan–madde merkezli tek boyutlu bir zihniyete sahiptir. Bundan dolayı insanı da, kendi dışındaki dünya ve bireyi de hep maddi gözle, yani tek boyutlu bir kalıpla görmektedir. Oysa Türk kültürünün her çağdaki özelliği, insan-dünya ilişkisini hep iki boyutuyla yani insan-madde(somut)+mana(soyut) bütünlüğü içinde ele almış olmasıdır. Bu durum zengin kültürümüzün Batı medeniyetinin önerdiği insan tipinden daima daha ilerde oluşunun bir göstergesidir(Şimşek 2007:229). Ancak bu zenginliğin ortaya çıkabilmesi için Türk insanının, Batı sosyal bilim anlayışının penceresinden kendini tanımaya ve değerlendirmeye çalışmaktan vazgeçmesi ve Batılı paradigmanın teşvik ettiği mutlak üstünlük duygusundan uzaklaşması gerekmektedir. Ayrıca, sahip olduğu özgün kültür ve zihniyet dünyasının, yeni ve çağa yön verici bilgi üretme, insan inşa etme kapasitesini fark etmelidir. Türk insanının kendine ve kültürüne güven duyması, ona karşı samimiyetle yaklaşması, karşılaştığı sorunlara kültür dairesi içinde çözümler bulmasını kolaylaştıracaktır.

Batı medeniyeti dayatarak kabullendirmeye çalıştığı sosyal bilim anlayışı ile dünyayı kontrol etmektedir. Sosyal bilim, hegemonik üstünlüğün devamı için kullanılmaktadır. Ancak paradoksal bir biçimde Batı zihniyeti merkezli kavramların yeryüzünde sürekliliği için sarf edilen gayretlerdeki artış, Batı dışı dünyada özgün değerlerin yükselmesine yol açmaktadır.

2.1.  Mukayeseli Sosyal Bilim Anlayışından Hareketle Huntington’un Batı’daki Sekülerleşme – Medeniyet İlişkisine Dair Yorumlarının Analizi:

Toplumların sosyal karakterlerini yansıtan bilim anlayışı, ait oldukları medeniyetin özgün sosyal bilim anlayışıdır. Bu kısımda, Huntington’un medeniyetler çatışmasına yönelik hipotezlerinden bazıları eleştirel bir perspektifle ele alınacak, bunlardan hareketle de özgün sosyal bilim –medeniyet ilişkisinin önemi üzerinde durulacaktır.

F. Fukuyama’nın tarihin sonu tezi, modern Batı medeniyeti- liberalizm ilişkisinin, bütün diğer medeniyetler ve ürettikleri ideolojiler karşısındaki üstünlüğü varsayımına dayanmaktadır. Buna göre, “liberalizmin çözemediği veya çözemeyeceği bir meseleyi çözebilecek hiçbir muhalif ideoloji yoktur”. Bu anlamda tarih sıfırlanmıştır. Fukuyama, Batı medeniyetini ve onun liberalizmini (Yılmaz 2006:15) esas alan tarih okumasıyla, Batı medeniyeti dışındaki dünyanın ve liberalizmin dışındaki ideolojilerin tarihin çamurlarında debelendiğini, dünyaya hitap edemediğini ve önlerinde ancak Batı medeniyetinin tarihini taklit etme seçeneğinin bulunduğunu söylemektedir. Böylece Batı medeniyetinin başatlığına ve sürekliliğine vurgu yapmaktadır.

S. P. Huntington ise, medeniyetler çatışması teziyle dünyadaki mevcut medeniyetlerin, Batı’yı taklit etmelerini engelleyecek farklı özelliklere sahip olduklarını iddia etmektedir.  Ayrıca, yenidünyadaki mücadelenin öncelikle ideolojik ve ekonomi merkezli olmayacağına dikkat çekmekte, asıl mücadele temasının insanlar arasındaki kültürel farklılıkları temel alan kültür-medeniyet ilişkisi etrafında şekilleneceğini belirtmektedir.

Yine O’na göre milli devletler dünyadaki hadiselerin yine en güçlü aktörleri olarak kalacaklar, fakat dünya çapında asıl politik mücadeleler, farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında yaşanacaktır. Medeniyetlerin çatışması global politikaya hakim olacaktır (Hungtington 2006:23). Huntington’un bu tezini İtalyan G.Sacco gibi isimler eleştirmekte, “medeniyetler çatışması”nı yeni bir haçlı seferi için silahlara çağrı, bir savaş çığlığı, bir slogan olarak yorumlamaktadırlar(Yılmaz 2006: 16-17).

Batı medeniyet anlayışı ile kendi toplumumuzunki arasında büyük bir kavrayış farklılığı olmasına rağmen, medeniyet hakkında bazı ortak algılamalar da bulunmaktadır. Örneğin Huntington’a göre medeniyetler açıktırlar, farklı birtakım unsurları mezcedip örterler ve alt medeniyet birimleri ihtiva edebilirler. Medeniyetler dinamiktirler, yükselirler ve sonrasında düşerler, bölünür ve birleşirler (Huntington 2006: 25- 26).

Huntington 1993 yılında yayınlanan ünlü makalesinde, medeniyet kimliğinin gittikçe artan bir biçimde önem kazanacağına vurgu yaparak, dünya üzerinde yedi, sekiz büyük medeniyet arasındaki mücadelenin geleceğin dünyasını şekillendireceğine dikkat çeker. Bunlar; Batı, Konfüçyus, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika medeniyetleridir. Bu medeniyetler arasındaki en önemli mücadeleler, medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıklıkları boyunca meydana gelecektir. Huntington’un bu yedi, sekiz farklı medeniyeti açık bir biçimde dini temel alarak tarif etmesini Amin,  medeniyetler çatışması tezine din-kültür mahreçli bir bakış açısının hakim oluşunun göstergesi olarak yorumlamaktadır (Amin 2006:415).

Huntington’un bazı hipotezler kurarak konuyu derinleştirdiği de görülmektedir. Huntington’a göre gelecek dönemde (1993 sonrası) medeniyetler arasındaki farklılıkların geçici değil esaslı olduğu bilinci yerleşecektir. Medeniyetler arasındaki farklılıkların yapısal olduğu şuurunun uyanması, toplumsal zihniyet analizlerinin gelişmesi anlamına gelmektedir. Çünkü zihniyet farkı, medeniyetler arasında temelde var olan esas farklılıkların idrak edilmesinin özgün bilgisini oluşturur. Farklı medeniyetlerin farkını ortaya koyan analizin çerçevesini, zihniyet-özgün sosyal düşünce üzerinden kurmak gerekmektedir ki medeniyetlerin birbirlerinden tarih, kültür, dil, gelenek ve en mühimi de din yoluyla farklılaşmalarının nesnel bilgisine ulaşılsın. Tarih, kültür, din, dil, gelenek gibi bütün bu unsurlar, bir medeniyetin sosyal bilim anlayışının özgünlüğünü belirten ana etmenler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Farklı medeniyetlerin insanları yalnızca hak ve sorumluluk anlayışlarındaki ve hürriyet-otorite, eşitlik-hiyerarşi ilişkilerindeki özgünlüklerden dolayı farklılaşmamaktadırlar. Tanrı – insan, birey- grup, vatandaş- devlet, ebevyn-çocuklar ve karı- koca arasındaki ilişkiler konusunda da farklı fikirlere sahip bulunmaktadırlar. Bu farklılık algılaması, ileri teknolojinin getirmiş olduğu sanayi çağının, benzemezliklerin farkına varılmasını kolaylaştırmasının bir ürünüdür. Bunlar, siyasi ideoloji ve rejimler arasındaki farklılıklardan çok daha önem taşımaktadır. Çünkü dünya tarihinde yüzyıllar boyunca,  en uzun ve şiddetli mücadeleler, medeniyetler arasındaki farklılıklardan kaynaklanmıştır (Huntington 2006:26). Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerde de daimi olarak büyük bir güvensizlik bulunmaktadır (Galbraith 1979: 53). Medeniyet, din, kültür mücadelelerinin ortaya çıktığı zaman dilimlerinde bu güvensizlik ilişkisinin bir mücadeleye dönüşmesi oldukça anlamlıdır.

Huntington’un medeniyet farklılıklarını ifade eden unsurlardan birisi olarak ele aldığı Tanrı-insan ilişkisi biçimini, esasında Batı’nın sanayi, teknoloji ve insan zihniyeti ilişkisini maddeci temeller üzerine kurmasının tabii sonucu olarak görmek gerekir. Huntington’un değerler-medeniyet ilişkisi merkezli yaklaşımı, Batı’da 19. yüzyıldan bu yana sistemleşen sanayi toplumu zihniyetinin insan-toplum-metafizik ilişkisini istismarının yol açtığı günümüz Batı medeniyetindeki çözülmeyi önlemek amacını taşıyan geç kalmış bir girişim olarak değerlendirilebilir. Böyle bir ihtiyacı Batı medeniyetinin mevcut durumu ortaya çıkarmıştır. Sekülerizmin düşünce ışığı altında pozitivist mahreçli bakış açısı, Batı medeniyetinde Tanrı-insan ilişkisini önemsemeyen kapitalist-liberalist zihniyeti geliştirmiştir.

Ancak günümüzde hâkim olduğunu düşünen seküler alt yapıya dayalı medeniyetin, Tanrı-insan ilişkisi konusunu yeniden kurmak, düzenlemek ihtiyacını duyduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, yani paradigma değiştirme eğilimi ise mevcut teknik merkezli Batı sosyal düşüncesinin olmazsa olmazlarından vazgeçmesi anlamına gelecektir. Böylesi bir vazgeçiş temayülü dahi bu medeniyetin liderliğini yitirmekte olduğunu göstermektedir. Çünkü mevcut insan=madde merkezli kapitalist-liberalist paradigma ve onun sosyal bilim anlayışı, kendi medeniyetinin, kültürünün, toplumunun ve insanının sorununu çözme kabiliyetini giderek yitirir bir noktaya doğru süratle yaklaşmaktadır.

Türkiye açısından ise bu durum, iki yüz yıldır batılılaşma ya da batılılaştırma adına Batı’nın toplum ve insan inşasını kurgulayan sosyal düşüncesini benimseyen ve Türk sosyal düşüncesini de, buna bağlı olarak açıklamaya çalışan kesimlerin de zafiyet ve yetersizlik içinde olduğu anlamına gelmektedir. Bu tablo, Batı sosyal düşüncesini merkeze alan Türkiye’nin kalkınmışlık seviyesindeki geri kalmışlığı göstermesi bakımından da önem taşımaktadır.

Huntington’a göre 20.  yüzyıl boyunca devam eden sınıfsal ve ideolojik mücadelelerdeki temel soru, “sen hangi taraftansın” idi. Bu soru ekonomi merkezli (maddeyi toplumsal temele alan düşünce) ayırımlar üzerinden insanların taraf olmalarına vurguda bulunmaktadır. Bu dönemde birey, tarafını kendi iradesiyle belirleyebilmekte ya da taraf değiştirebilmekteydi. Medeniyetler arası çatışmalarda ise bu soru “sen nesin” şeklinde ortaya çıkmaktadır. “Sen nesin” sorusu bir veri olup, değiştirilmesi mümkün değildir. Yani ait olunan din ve kültür sistemi öne çıkmaktadır. “Medeniyetler arası çatışma sürecinde etnisiteden daha fazla olarak din, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayrım yapıyor” (Huntington 2006: 28).

Pek çok Türk aydınının bu gerçekliği okuyamamasının temel sebebi, Batı merkezli sosyal düşünce kalıbının zihinlerdeki etkisi ve okumaların genellikle liberal zihniyeti meşrulaştırıcı bir çerçevede yapılmasıdır. Bu da gelişmelerin özgün biçimde değerlendirilmesini engellemektedir. Oysa Huntington da liberal gelenekten gelmektedir. Ancak o, dışa bağımlı olarak düşünmediğinden, bizatihi sistemin özgün zihinsel kurgusu içinde öncü bir bakış açısıyla konuya yaklaşabilmektedir.

Nitekim Huntington,  aydın-sosyal bilim-toplum ilişkisine yaklaşırken bu noktaya da dikkat çekmektedir. Batı medeniyetinin taşıyıcı unsuru olan Batı dışı toplumların elitlerinin geçmişte, ekseriya Oxford, Sorbonne veya Sandhurst’ta, eğitildiklerini belirtmektedir. Yani bu elitler, Batı medeniyetinin sosyal bilim anlayışına ve sosyal düşünce kavrayışına göre eğitilmişler, ülkelerine de bu metodik zihni kurgu ile dönmüşlerdir. Bu elit kesim, söz konusu okullarda sadece öğrenim görmemiş, Batı medeniyetinin tavır ve değerlerini de davranışlarına yansıtacak kadar içlerine sindirmişler ve hayat tarzı olarak kabul etmişlerdir. Toplumlarına da, bu hayat tarzını, bir model olarak sunmuşlardır. Batı zihniyetine sahip ama Batılı olmayan bu elit, sosyal bilim/düşünce yoluyla Batı medeniyetinin gönüllü temsilciliği rolünü üstlenmiştir.

Huntington’a göre zamanımızda, iletişim alanında yaşanan dönüşüm (Huntington 2006:26), medeniyetler ve kültürler arasındaki etkileşimleri ve karşılıklı haberdarlık düzeyini giderek arttırmıştır. Bu ise Batı’lı olmayan toplumlarda medeniyet ve kültürler arasındaki ayrılıkların fark edilmesine, dolayısıyla da derin bir yerli kültür bilincinin gelişmesine yol açmıştır. Batı medeniyetinin yaklaşık yüzyıldır “modernizmi tek çıkış yolu” gibi gösteren, Batılı değerleri ve medeniyet anlayışını dayatan sosyal düşünce geliştiremeye yönelik söylem ve eğilimi etkinliğini yitirmeye başlamıştır.

Günümüzde bu dinamik, Batılı olmayan birçok ülkede, elitlerin yerlileşmeleri ve Batı’dan uzaklaşmalarıyla varlığını hissettirmektedir.  Huntington’a göre bu durum, medeniyetler çatışmasına yol açan en önemli unsurlardan birisidir. Yani Batı dışı toplumlardaki elitlerin yerlileşerek “ecdat fenomenine” (Huntington 2006: 27)dönmeleri ve özgün bir sosyal bilim anlayışı geliştirme zorunluluğunu fark etmeleri, medeniyetler çatışması algısının gelişmesinde temel bir rol oynamaktadır.

Sosyal bilim mahreçli kültür ve din araştırmalarının ortaya çıkarttığı toplumlar ve/veya medeniyetler arasındaki farklılıklar, siyasi konulardan,  insan haklarına, göçe, ticaret, iş ve çevreye kadar pek çok alanda farklı bakış açıları kazandırmaktadır. Bu süreçte bir taraftan Batılı formattaki liberalizm ve demokrasi evrensel değerler olarak öne çıkarılırken diğer yandan askeri üstünlüğü sürdürmek ve ekonomik menfaatleri arttırmak için sarf edilen çabalar da (Hungtington 2006: 30), yarattığı tepki atmosferiyle anti–Batıcı bir sosyal bilim perspektifinin diğer medeniyetler de gelişmesini hızlandırmaktadır.

Huntington bu meselenin bir ölçüde üzerine gitmiş ve Batılı kavramlarla diğer medeniyetlerdeki eşdeğerleri arasında yapısal farklılıklar bulunduğuna dikkat çekmiştir. Özgün bir medeniyetin sosyal düşüncesindeki kavramlar, söz konusu medeniyetin din, kültür ve zihniyet dünyasından beslenerek ortaya çıkmaktadırlar. Huntington’a göre bu yüzden, Batı’nın “ferdiyetçilik, liberalizm, anayasacılık, insan hakları, eşitlik, hürriyet, hukuk nizamı, demokrasi, serbest piyasa ve kilise ve devletin ayrılması konularındaki fikirleri, İslami, Konfüçyüs, Japon, Hindu, Budist, veya Ortodoks kültürlerde ekseriya fazla bir yankı” yapmamaktadır. Bu bağlamda Harry C. Triandis’in farklı toplumlardaki değerleri konu alan 100 mukayeseli incelemesinden edindiği sonuç; “Batı’daki en mühim değerler, dünya çapındaki en ehemmiyetsiz olanlardır” yargısıdır (Huntington 2006:42).

Özetlemek gerekirse; Batı medeniyeti, dayatarak kabullendirmeye çalıştığı Batılı sosyal bilim anlayışı ile dünyayı kontrol etmektedir. Bu sosyal bilim perspektifini, hegemonik üstünlüğünü devam ettirmek için kullanmaktadır. Ancak Huntington’un da belirttiği gibi, Batı zihniyeti merkezli temel kavramların yeryüzündeki sürekliliği için Batı medeniyetince sarf edilen gayretlerdeki artış, Batı dışı dünyada özgün değerlerin giderek yükselmesine yol açmaktadır.

SONUÇ

İnsanlık tarihinde bütün medeniyet kurmuş toplumların, yaşadıkları çağın en ileri “kültür-teknik-ideal insan” bileşenini tam bir ahenk ve bütünlük içerisinde sağlayarak lider toplum haline geldikleri görülmektedir. Bunu da öncelikle kendi toplumsal karakterlerine uygun insan yetiştirme metotları ve özgün bilim anlayışıyla gerçekleştirmişlerdir. Bu özgünlüğü yakalayabilmek için ise hâkim medeniyet anlayışına eleştirel gözlerle yaklaşılması gerekmektedir.

Günümüzdeki hâkim ekonomi merkezli medeniyet anlayışını kuran Batı dünyasının lideri ABD’deki ekonomik kriz, yalnızca Batı medeniyetinin liberal devlet anlayışının değil, Batılı pozitivist-sekülarist değerlerin de krize girmesi anlamına gelmektedir. Söz konusu gelişmeye yol açan olguların başında, kapitalist-liberalist devlet aklı ile kapitalist-liberalist girişimci kesim arasındaki zihniyet farklılaşmasının tetiklediği “güç mücadelesi” yer almaktadır. Bu durum ise seküler Batı medeniyetinin yeni tanıdığı bir kriz biçimidir ve yeni dönemde hâkim medeniyetin bunalıma girmesini, bir dünyabunalımını, gündeme getirmektedir. Bu dünya sistemi bunalımı, Batı medeniyeti dışındaki toplumlar için özgün sosyal düşünce yönteminin geliştirilmesi bakımından önem taşımakta ve fırsatlar içermektedir. Batı’nın materyalist mahreçli, tek boyutlu sanayi-teknoloji-insan zihniyeti ilişkisine dayalı tasarımı metafizik değerlere dayalı toplum düşüncesini ve onun insanla ilişkisini tahrip etmiştir. Batı pozitivizmi mahreçli düşünce, Tanrı-insan ilişkisini önemsemeyen kapitalist-liberal zihniyetli materyalist insan tasavvurunu geliştirmiştir. Günümüzde ise insanlık, artık Tanrı-insan ilişkisini yeniden kurulması ve düzenlenmesi ihtiyacını fark etmiş, Batı merkezli mevcut sosyal düşüncenin iflasını ve düşünce üretmedeki çaresizliğini kavrama noktasına ulaşmıştır.

Tanzimat’tan itibaren Türk sosyal düşüncesinin de Batı sosyal düşüncesine bağlı olarak zafiyet ve yetersizlik içine düştüğü, özgün düşünce üretme kısırlığı içine girdiği çeşitli düşünce adamları tarafından ifade edilmektedir. Bu düşünce kısırlığı, Türkiye’nin niçin yeterince hızlı kalkınamadığı sorusu bakımından da önem taşımaktadır.

Günümüzde Batı, kendi sosyal düşüncesinde Tanrı-insan ilişkisini yeniden tanımlamaya girişmiş bulunmaktadır. Batı sosyal düşüncesine paralel olarak vaziyet alan Türk toplumunu da artık özgün sosyal bilim ve sosyal düşünce geliştirme süreci içine sokacak güçlü bir sosyal aklın geliştirilmesi ihtiyacı doğmuştur. Türk toplumu, Batı sosyal düşüncesine karşı, kendi sosyal düşüncesini ve bilim anlayışını yeniden ele alma zorunluluğuyla karşı karşıyadır.

Kaynakça

Akın, Fetullah / Şimşek, Osman / Erdem, Tevfik (2007). Türkiye’de Eğitim Sorunu, Ankara, Türk Eğitim –Sen.

Allen, Francis R. (1971). Socio-cultural Dynamics, An Introduction to Social Change, London, The Macmillian Company.

Amin, Samir (2006). Emperyalizm ve Kültürelcilik Birbirini Tamamlıyor,Medeniyetler Çatışmasına Giriş, Der. M. Yılmaz, Ankara, Vadi Yayınları.

Aydın, Mustafa (2000). Kurumlar Sosyolojisi, Ankara, Vadi Yayınları

Berger, Peter L. (2006). Sekülerizmin Gerilemesi,Medeniyetler Çatışmasına Giriş, Der: M. Yılmaz, Ankara, Vadi Yayınları.

Bilgiseven, Amiran Kurtkan, (1994). Sosyal İlimler Metodolojisi, İstanbul, Filiz Kitapevi.

Bilgiseven Kurtkan Amiran (1985). Din Sosyolojisi, İstanbul, Filiz Kitabevi.

Bozkurt, Veysel (2004). Değişen Dünyada Sosyoloji,   Alfa Yayınları, İstanbul

Brzezinski, Zbiginiew (2006). Çatışan Uygarlıklar Esnek Batı’nın Zayıf Surları,Medeniyetler Çatışmasına Giriş, Der: M. Yılmaz. Vadi yayınları, Ankara.

Davutoğlu, Ahmet (2006). Fukuyama’dan Hungtinton’a Bir Bunalımı Örtme Çabası ve Siyasi Teorinin Pragmatik Kullanımı,Medeniyetler Çatışmasına Giriş, Der: M .Yılmaz, Ankara, Vadi yayınları.

Davutoğlu, Ahmet (2004). Stratejik Derinlik,15.Baskı, İstanbul, Küre Yayınları.

Davutoğlu,Ahmet(2005).”Sosyal Bilimlerin Evrenselliğine Yönelik Metodolojik Bir Kritik ve Sosyal Bilimlerin İslamileşmesi”, Bilgi, Bilim ve İslam Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi1-2, İSAV, İstanbul, Ensar Neşriyat.

Frank, A. Gunter (2005). Çıplak Hegemon, Ankara, sayı:2, Siyaset ve Toplum Bahar 2005.

Hungtington, Samuel P. (2006). Medeniyetler Çatışması Mı?, Medeniyetler Çatışmasına Giriş, Der: M. Yılmaz, Ankara, Vadi Yayınları,        

Galbraith, John Kenneth (1979). The New Industrial State, Third  Edition, Revised, USA, Houghton  Mifflin Company Boston.

Goode, William J., Hatt, Paul K. (1973). Sosyal Bilimlerde Araştırma Metodları, Çev: Ruşen Keleş, Ankara, TODAİE.

Kara, Ahmet (2001). İktisat Kuramında Pozitivizm ve Postmodernizm, Ankara,Vadi Yayınları.   

Kaplan, Yusuf (2008). Tarihi Kırılma, Varoluş ve Hakikat Arayışı ve Medeniyetin Hayatiyeti, İtanbul, Rıhle Üç Aylık İlim , Kültür, Medeniyet Dergisi, Sayı:3.

Lechte, John (2006). Yapısalcılıktan Postmoderniteye Elli Çağdaş Düşünür, Çev: B. Yıldırım, İstanbul, Açılım Kitap.

Marshall, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü, (Çev. Osman Akınbay-Derya Kömürcü), Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları.

Nasr, Seyyid Hüseyin (2004). İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı, İstanbul, İnsan yayınları.

Okur, Mehmet Akif (2008).Hegemonya Ve İmparatorluk Tartışmaları Bağlamında Irak Savaşı’nın Politikası, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, T. C. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,

Özakpınar, Yılmaz, (2002). İnsan Düşüncesinin Boyutları,İstanbul: Ötüken Yayınları                             

Perrons, Diane (2004). Globalization and Social Change,People and Places in a Divided World, USA and Canada, Simultaneously Published ,Routldge Taylor and Francis Group.

Ritzer, George (1988). Contemporary Sociological Theory, Second Edition,New York,Borzoi Book.

Sezer, Baykan (1993). Sosyolojide Yöntem Tartışmaları, İstanbul,Sümer Kitapevi Yayınları.

Sifil, EbuBekir (2008). Modern Müslümanın Zihin Durumu Ve Sünnet Algısı, İstanbul, Rıhle Üç Aylıkİlim, Kültür Ve Medeniyet Dergisi,İstanbul.

 Şimşek, Osman, (2008). Zihniyet Açısından Türk Girişimciliğinin Sosyolojisi, Ankara, Otorite Yayınları.

Şimşek, Osman, (2007). Sabri F. Ülgener’in Zihniyet ve Girişimcilik Anlayışına Bilgi Sosyolojisi Açısında Yaklaşım, Sabri Fehmi Ülgener Küreselleşme ve Zihniyet  Dünyamız, (Edi; Murat Yılmaz), Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

Wolf, Edward N. (2004). Recent Trends in Living Standarts in The United States, What has Happened to the Quality of life in the Advanced Industrialized Nations?, Ed.:Edward N.Wollf,In Association with the Levy Economics Institute, Cheltenham, UK, USA.

Smelser, Neil, J. (1964). Toward a Theory of Modernization, Social Change,   Ed. Amitai and Eva Etzioni, New York-London, Basic Books.

Toynbee, Arnold (2006). Medeniyetlerin Karşılaşması,Medeniyetler Çatışmasına Giriş, Der. M. Yılmaz, Ankara, Vadi Yayınları.

Ülgen, Hilmi Ziya, (2008). Millet ve Tarih Şuuru, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları.

Yılmaz, Murat (2006). Medeniyetler Çatışmasına Giriş, Der: M. Yılmaz, Ankara, Vadi Yayınları.

http://www.yarindergisi.com/index.

Yusuf Kaplan, www.yenisafak.com.tr/1Eylül 2008

KAYNAK: Akademik Araştırmalar Dergisi,(Journal of Academic Studies) Şubat 2010- Nisan 2010, Yıl :12, Sayı:44, İstanbul.