Anadolu’da İslam Yönetim Kültürüne Tasavvufun Katkısı: Necmuddin Daye’nin Yönetici Tiplemesi
Özet:
Türklerin 11. Yüzyılın son çeyreğinde Anadolu’yu feth edip devlet kurarak yerleşmeleri Avrupalılarca kabul edilemez bir husustu. Hemen geri gönderebileceklerini düşünerek aynı yüzyılın son yıllarında (1096) Haçlı Savaşlarını başlattılar, ancak isteklerine ulaşamadılar. Türkler Anadolu’da tutunmuşlardı ve kalıcı idiler. Bu olgu Avrupalılar tarafından kabul edilemese de hala devam etmektedir. Türklerin Anadolu’yu yurt edinip elde tutmaları sadece askeri güçlerine dayanmıyordu. Bunu tamamlayan ve kalıcı kılan idari, iktisadi, ictimai ve kültürel alanlarda da adımlar attılar. Bu cümleden olarak Anadolu’da kurdukları devletlerdeki yönetimlerde İslam ilkelerini esas aldılar. Bu konuda katkı sağlayan kaynaklardan biri de tasavvuf olmuştur. 13. Yüzyıl Anadolusunun büyük mutasavvıflarından Necmedin Daye’nin Mirsadu’l-İbad adlı eseri Anadolu Müslüman yönetim kültürüne önemli katkılar sağlamıştır. Selçuklu ve Beyliklerde etkili olan bu eserin iyi bir Müslüman yöneticinin (padişah, sultan vb) ve üst düzey yöneticilerin taşıması gereken nitelikleri anlatan beşinci bölümü defalarca tercüme edilerek Osmanlılar hanedanına sunulmuştur. Eser bir bakıma Osmanlının beylikten cihan devletine geçişinin dinamiklerindendir. Burada çizilen Müslüman yönetici tipi Kur’an’da zikredilen Hz. Davud’u esas almaktadır. Daye, bir yandan padişahlığı nefis tezkiyesi olan seyr-i sülük vasıtası sayarken bir yandan da padişaha nebinin görevlerini yüklemektedir.
Anahtar kelimeler: Selçuklu, Osmanlı, İslam, Yönetim, Daye, tasavvuf
Abstract
Turkish Conquest of Anotolia was an unacceptable fact for the Europeans in the 11th century. With the aim of claiming those lands back they organized the 1096 Crusades. However they failed, as the Turks were prominent in their willingness to stay on Anotolian lands. Those dynamics that secured Turkish presence on the lands of Anatolia were; the military power they posessed, and the administrative, political, economic, social and cultural policies they established. Alongside, Islam- primarily Sufism, facilitated and maintaned this progress. An example could be given from 13th Century – Mirsadu’l-İbad, written by Necmedin Daye contributed to the administrative culture of the governance massively. The fifth chapter of this book where the qualities that a ruler should possess was detailed greatly, was translated to Turkish language, and presented to the Ottoman sultans during different ages of the empire. In the mean time, the book could also be treated as one of the main dynamics of the transition Ottomans went through from principalities to an empire. The ruler portrayed in this book was in the light of what Quran tells us in the from of Prophet David. With these in mind, Daye described the rulership as a tool to purify the ego and exalt the soul, while imposing activities to the ruler only a prophet would take on.
Key words: Saljukids, Ottomans, Islam, Administration, Politics, Daye, Islamic sufizm.
Giriş
Türkler İslam medeniyetine girdikten sonra yönetim anlayışlarını ve uygulamalarını şu üç geleneğe atıf yaparak yeniden düzenlemişlerdir:
- Kur’an ve Sünnet hükümleri,
- Müslüman siyaset teorisyenlerinin görüşleri (filozoflar, fıkıhçılar, kelamcılar, ahlakçılar, devlet adamları vs.)
- Müslümanların yönetim tecrübesi (Arap, Fars, Moğol, Berber vs.)
Türk yönetim anlayışı ve devlet felsefesinin yazılı kaynaklarının başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Kitabeler/yazıtlar, 2. Siyasetnâmeler, 3. Nasihatnâmeler, 4. Menakıbnâmeler, 5. Tarihler kitapları, 6. Ahlak kitapları, 7. Tasavvuf kitapları, 8. Fütüvvetnâmeler, 9. Sefaretnâmeler, 10. Islahat layihaları, 11. Kanunnâmeler, 12. Adaletnâmeler, 13. Tüzükâtlar, 14. Vakıfnâmeler.
İslam Medeniyetinde Yönetim Tecrübesi
Günümüzde, pek çok konuda olduğu gibi İslamın yönetim ile ilişkileri konusunda da metod ve muhteva problemleri bulunmaktadır. Modern çağda İslamın yönetime dair ilkelerini anlamlandırmak veya bir modern Müslüman siyaset teorisi kurmak metod açısından bir dizi zorlukla karşı karşıyadır. İslam medeniyetindeki siyaset geleneği ile ilgilenen oryantalistler orijinal bir Müslüman siyaset düşüncesinin bulmadığını ispatlamaya çalışmışlardır. Bu kesimin metod ve muhteva yönlerinden eksikliklerini kısaca şöyle ifade edebiliriz:
- Avrupa’nın yaşamış olduğu tarihî tecrübe mutlaklaştırılarak-genelleştirilerek İslam medeniyetine uygulanmaya çalışılmaktadır.
- Avrupa’nın kendi tecrübesiyle oluşturduğu disipliner ayrışma, aynı veya benzeri bir ayrışmanın bulunmadığı bir medeniyeti (İslam medeniyetini) araştırmak için kullanılmaktadır.
Oysa, her şeyden önce İslamın yönetime dair anahtar kavramları Kur’an’ın ana eksenine oturmaktadır ve onun bütünlüğü içinde ele alınmak durumundadır. Bunun yanında Müslüman alimlerce yazılan teorik eserler ve Müslüman yönetimlerin uygulamaları, tamamen kendine has sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel ortamların özgün tecrübelerdir. İslam medeniyetinin yönetim tecrübesini ortaya koyarken Kur’an, Sünnet ve diğer İslami kaynaklardaki kavramların tarihi seyir içindeki anlam değişikliklerini tespit etmek bilimselliğin gereğidir.
Bunun yanında meseleye kimi kimi zaman modern bakış açılarıyla yaklaşıldığında dinin yönetim hayatına etkisi yadırganmaktadır. Zira, din-yönetim-devlet-siyaset ilişkileri alanında insanlığın son asırlarda yaşadığı tecrübe konuyu hassas hale getirmiştir. Prof. Ayhan Bıçak konunun bu yönüne şöyle değinmektedir:
“İslamın hem din hem siyasal sistem olduğu iddiası çeşitli açılardan değerlendirilebilir.
İlki, modern bakış açısıyla din devlet anlayışının ayrı olduğu görüşünü temel alıp bu bağlamda İslamın siyasal amaçlı bir din olduğunu ortaya koymaktır. Başka bir dönemde ortaya çıkmış bir medeniyetin değerleriyle eski bir medeniyeti yargılamak tümüyle yanlış olduğundan üzerinde durulmaya değmez.
İkincisi, diğer dinlerde benzer bir tutumun olmadığının gösterilmesiyle İslamın siyasallığı olumsuz bir nitelik olarak değerlendirilebilir. Ancak aynı kökten gelen ve aynı niteliklerle tanımlanan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam, siyasi yapılarla içli dışlı olmuşlardır. Yani siyasallık sorunu sadece İslamın değil Yahudilik ve Hristiyanlığın da sorunları arasındadır.
Üçüncüsü klasik medeniyetlerin oluşumunda dinlerin rolü göz önüne alındığından ve evren tasavvurlarındaki temel değerler dinler tarafından tanımlandığından medeniyeti gerçekleştiren devlet ya da devletlerin siyasi tutumları dini renge bürünmüşlerdir. İslam temelli güçlü ve uzun ömürlü bir medeniyet kurulmuşsa onun siyasi sorunlarının İslami bir bakış açısı ile yorumlanıp çözümlenmesinin neresi olumsuzdur? Medeniyet olmanın özelliği gereği böyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Her büyük medeniyette olduğu gibi devlet, devletin kurumları ve siyasi sorunlar İslam medeniyetinin de başlıca sorunları arasında yer almıştır. Medeniyetin düşünürleri ile yöneticileri toplumsal sorunları çözmek için din temelli değerler ile siyaset temelli değerleri bütünlüklü bir yapı içinde kullanmaya çalışmışlardır. İslamın siyaset ve devlet anlayışı onun değerleri ile değerleri yorumlayan, tarihsel sürecin oyuncuları olan devletlerin sorunları temelinde irdelenmelidir.”[1]
Anadolu İslam Yönetim Kültürüne Tasavvufun Etkisi
İslam medeniyetinde siyaset ve yönetim konusu, değindiğimiz gibi, daha ziyade Müslüman filozoflar, fakihler, kelamcılar veya ahlakçılar tarafından ele alınmıştır. Çok dillendirilmese de bu alana katkı sağlayan kesimlerden biri de mutasavvıflardır. Tasavvufun katkıları bağlamında akla gelen sorulardan bazıları şunlardır: Tasavvuf tecrübesinin ve ilminin siyaset düşüncesiyle ilişkisi krulabilir mi? Mutasavvıflar siyaset ehlinden veya siyasi hayattan hep uzak mı durmuşlardır? Tasavvufî metinlerin Müslüman siyaset düşüncesi ve terminolojisinin oluşmasında önemli bir unsur olduğu ileri sürülebilir mi? İnsanın iki dünya mutluluğu demek olan kemâline yönelik bir seyr-i sülük öngören tasavvufun bunun mütemmimi mahiyetinde siyasi bir tasavvuru var mıdır? Bu ve benzeri sorular herhalde Müslüman siyaset geleneğini yeniden düşünmenin gereği ortaya koymaktadır.
Bu çalışmanın mutevazi gayelerinden birisi kısmen ihmal edilmiş olan tasavvuf ilminin ve amelinin, Necmeddin Daye örneğinden hareketle Müslüman siyaset düşüncesine, Anadolu’nun kurumlarıyla İslamlaşmasına ve burada İslam medeniyetinin kuruluşuna katkısına dikkat çekmektir.
Necmeddin Dâye
Necmeddin Daye Rey şehrinde dünyaya gelmiş; Bağdat’ta vefat etmiştir (ö. 654/1256). Büyük mutasavvıf Necmeddin Kübra’nın halkasında Kübrevî gelenek içinde yetişmiş Sünnî bir mutasavvıftır. Moğol istilâsıyla sarsılan Hârizm bölgesinden Anadolu’ya gelmiş Sivas, Erzincan ve Konya gibi önemli kültür merkezlerinde bulunmuştur. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Sadreddin Konevî ile görüşmüştür. Bu toprakların Müslümanlaşma sürecine olumlu katkı sağlamıştır.[2]
Dâye tasavvufi faaliyetleriyle birlikte eserleriyle de temayüz etmiştir.[3] Aşağıda ele alacağımız siyasete dair kitapları yanında bilinen eserleri: Baĥrü’l-ĥaķāiķ ve’l-meânî fî tefsîri’s-sebi’l-meŝânî/Aynü’l-ĥayât ve et-Tevîlâtü’n-Necmiyye. Zâriyat sûresinin 18. âyetinde sona eren bu tefsirdir. Risâle-i Işķ u Aķl/ Miyârü’ś-śıdķ fî miśdâķi’l-ışķ. Harakānî’nin, “Sûfî mahlûk değildir” ifadeli bir şathiyesinin şerhidir. Eş’âr-ı Şeyħ Necmüddîn Râzî. Dâye’nin eserlerinde geçen ve tezkirelerde yer alan şiirlerinden derlenmiştir. Risâletü’ŧ-ŧuyûr. Rey’de yaşanan zulmü anlatan küçük risâledir. Otuz fıkhî soruya cevaben yazdığı Sirâcü’l-ķulûb ve Ĥasretü’l-mülûk ve Tuĥfetü’l-Ĥabîb adlı iki risâlesi daha vardır.
Daye’nin Siyaset Düşüncesi ve Yönetim İle İlgili Eserleri
- Mirśâdü’l-İbâd mine’l-mebde ile’l-meâd[4]
Bu eserini Sivas’ta tamamlamış ve Ömer Suhreverdî’nin tavsiyesi üzerine Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubad’a takdim etmiştir (620/1223). Farsça yazılmış önemli tasavvufi eserlerinden birisi kabul edilen bu çalışma, Kübrevîlik anlayışının yayılmasında büyük rol oynamıştır.
Daye, Bilad-ı Rum’a yani Anadolu’ya gelme sebebini “dindar, alim, adil, insaflı, din ehlinin değerini, hak ehlinin faziletini bilen, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebinden olan bir padişahın emniyetli yurdu” olmasıdır. Daye, yukarıdaki sıfatlar yanında Alaeddin Keykubad’ı “padişah-ı İslam ve sultan-ı-selatin” sıfatlarıyla da anmakta, Hz. Yusuf ve Hz. Eyyüp ile karşılaştırarark “İslam ve müslümanalrın kurtarıcısı, evliyanın yardımcısı, düşmanların kahredicisi” gibi ifadelerle anlatmaktadır.[5] Kitabını takdim etmesi ve kabul edilmesinden dolayı da Keykubad’ı “hem ilimden hem de riyazet ve mücahededen nasipdar, ilim ve gönül ehline muhabbet esleyen” biri şeklinde tanımlamaktadır.[6]
Mirsâdu’l-İbâd, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin en çok okunan tasavvuf metinleri arasında yer almıştır. Türkiye kütüphanelerinde çok sayıda aslı ve Türkçe tercüme nüshalarının bulunması özellikle Osmanlı ilim ve düşünce dünyasındaki etkisinin işaretlerdir. Bu eserin beşinci babı, 1401’de Şeyhoğlu Mustafa[7]tarafından Kenzü’l-Kübera ve Mehekkü’l-Umera[8] adıyla tercüme-telif tarzında Germiyanlı sarayında bulunan Paşa Ağa bin Hoca Paşa için yazılmış, Yıldırım Beyazıd’a takdim edilmiştir.[9] Daha sonra da Karahisarlı Kasım b. Muhammed tarafından İrşâdü’l-mürîd ile’l-Murâd adıyla tercüme edilip II. Murad’a ithaf edilmiştir (825/1422). Fetret Dönemi (1402-1413) sonrası Osmanlı Devleti’nde siyaset dilinin oluşma ve gelişme süreçlerine dair incelemeler için de önemli bir kaynaktır. Bu eserin beşinci bölümünü Ebu’l-Fazl Münşi el-Şirazi de Düsturu’s-Saltana adıyla telif-tercüme şekilde düzenleyerek Kanuni Sultan Süleyman’a (1520-1566) ithaf etmiştir.[10]
- Mermûzât-ı Esedî der Mezmûrât-ı Dâvûdî.
Dâye, yaklaşık üç yıl Orta Anadolu’da kaldıktan sonra Mengücüklü emiri Alâeddin Dâvud Şah’ın hüküm sürdüğü Erzincan’a gitmiş (621/1224) Mermûzât-ı Esedî der Mezmûrât-ı Dâvûdî adlı eserini onun adına burada kaleme almıştır. Eserin adındaki “Esedî” kendi nisbelerinden birine, “Dâvûdî” ise hem sultanın hem Dâvûd peygamberin adına işaret etmektedir. On bölümden meydana gelen kitabın ilk bölümünde kutsî hadis olarak rivayet edilen, “Ben gizli bir hazine idim” sözünün her kelimesi ayrı ayrı şerhedilmiştir. Diğer bölümlerin her biri Hz. Dâvûd ile ilgili bir âyetle başlamaktadır. Tasavvufî yorumlar özenle ayıklanıp sultanın gücüne dair kısımlar genişletilerek bu eser Mirśâdü’l-İbâd’ın “özel bir edisyonu” haline getirilmiştir. Eser Hermann Landolt’un İngilizce girişiyle birlikte Muhammed Rızâ Şefîî Kedkenî tarafından neşredilmiştir (Tahran 1352 h.ş.).
- Menârâtü’s-sâirîn illallah ve maķāmâtü’t-ŧâirîn billah. Daye’nin ilerlemiş yaşlarında yazdığı bu eser on bölümden meydana gelmekte olup Mirśâdü’l-ibâd’ın Arapça versiyonu niteliğindedir (nşr. Saîd Abdülfettâh, Kahire 1993).
Mirsâdu’l-İbâd’da Müslüman Yönetici Tiplemesi[11]
Bir çeşit siyasetnâme olan Mirsâdu’l-İbâd’a Moğol istilasıyla sarsılan genelde İslam dünyası, özelde Türkiye’yi yine tasavvufi açıdan yorumlanan İslam ilkeleri dorultusunda diriltme çabasının bir ürünü olarak bakabiliriz. Daye bu kitabının söz konusu istilanın meydana getirdiği zor şartlarda kaleme almış ve bu istilaya direnmek istemiştir de denebilir.
Mirśâdü’l-İbâd mukaddime ile beş bab/bölüm ve kırk fasıldan meydana gelmektedir. Eser esasen insanın Mebde’den, Meâş ve Meâd’a olan üç safhasına hazırlanmasını ele almıştır. Mebde, “ruhların, mülk ve melekutun fıtratının başlangıcı” yani yaratılıştır. Meâş “insanın bu dünyada yaşadağı zaman, insanın terbiye edilmesi, seyr-i sülüku, beşeri tavırlar ile ruhani nurlar, ahakın tebdili, muhtelif ahvâl ve sıfatların tağyiri”, başka bir ifade ile dünya hayatıdır. Meâd ise “enbiya ve evliyanın kanunlarının aydınlığında said ve şaki nefislerin akıbetleri”, yani ahirettir. Dibace’de kitabın niçin ve nasıl yazıldığı ifade edilmiştir. İkinci ana bölümü Mebde anlatılmıştır. Yarısına yakın kısmını içeren üçüncü bölümde meâş ele alınmıştır. Dördüncü bölüm, dört mevsimin mahiyeti ve Meâd’a ayrılmıştır. Kitabın beşinci ve son bölümünde ise padişah ve toplumun önde gelen şahsiyetlerinin dinî ve ahlakî vazifeleri tasavvufî bir bakış açısı ile işlenmiştir.
Mirsâdu’l-İbâd’da “hakikat yollarına sülük etmenin ve şeriata iktida”nın altı çizilmekte, insanın yaratılış gayesinin “lâhuti sıfatlarla bezenmek, nasuti sıfatlardan arınmak” diğer bir anlatımla “insanın varlık dünyasına gelmesiden maksat Allah’ın zat ve sıfatlarını bilmek/marifetulla” olduğu belirtilmektedir.[12]
“Der beyân-i sülük-i tavâyif-i muhtelif” başlıklı beşinci bab Müslüman siyaset düşüncesi açısından önemlidir. Burada padişah başta olmak üzere vezir(ler), âlimler tacirler, çiftçiler ve zanaatkârlara kadar farklı kesimler vücudun azalarına/organlarına benzetilmekte, bunların uyum içinde çalışmalarını ve yaşamalarını sağlayacak birtakım ilkeler belirlenmektedir. Sekiz fasıldan oluşan bölümün ilk dört faslı yönetici, sonraki dört faslı ise raiyyete/yönetilenlere ayrılmış gibidir. İlk dört fasılda sırasıyla melikler ve sülûk sahipleri, padişahın raiyyet ile ilişkisi, vezirler, naibler, müftîler, vâizler ve kadılarla ilgili konular işlenmekye sonraki dört fasılda zenginler, ziraat erbabı, tacirler ve zanaatkârlar konu edilmektedir.
Daye bu bölümde, 13. Yüzyıl İslam dünyasının ve özellikle Anadolu’nun siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel durumlarını göz önünde bulundurarak Hz. Davud ile ilgili ayete dayanarak bir yönetici tiplemesi ortaya koymaktadır:
Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır. (Sad 38:26)
Daye’nin yöneticisi tipi sultan/padişahtır. Sultan, sultası/kudreti yanında tasavvufi boyutta Allah’ın halifesidir. Sultanlık veya saltanat Allah’ın yeryüzündeki gölgesi yani halifesi, vekili olmaktır. Nitekim Hz. Muhammed “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir, her mazlum ona sığınır” buyurmaktadır. (Acluni, Keşfu’l-Hafa, I, 552) Bu manada Daye’ye göre sultan mahlukatın varlık sebebi olduğu gibi saltanat iyi insan olmayı, Allah’ın rızasını kazanmayı salayan bir seyr-i sülük yoludur.
Daye’yenin anlayışınca sultan dünya sultanı ve din sultanı olmak üzere iki türlüdür.
- Dünya sultanı Cenab-ı Hakk’ı lütuf ve kahır sıfatlarını taşır. Ancak kendi suretine bağlıkalıp onda boğulur ve gerçek mahiyetini göremez, fark edemez.
- Din sultan ise yine Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve kahır sıfatlarını taşıdığının farkında olan kimsedir. Bu sıfatların sırlarını şeriat ve tarikat anahtarlarıyla açar. “Kendini bilen Rabbni bilir” (Acluni, Keşfu’l-Hafa, Iı, 312) hazinesinin sırrına ulaşmıştır. Bütün sırlar ve haller din sultanında gizlenmiştir. Bu tip sultanlar, “Ne yana bakarsan bak (yığınla) nimet ve ulu saltanat görürsün” (İnsan 76:20) ayetinde ifade edildiği gibi ebedi ve sermedi bir memleketin saltanat tahtında otururlar.
Aslında bu iki sultan tipini bir sultanda birleştirmeyi hedefleyen Daye, Farabi’nin mutluluk yurdu Medinetu’l-Fazıla’daki peygamber veya hakîm idareci kuramına oldukça yakın görünmektedir. Daye’nin ideal yönetici teklifi şudur: “Fakat büyük mutluluk ve yüce devlet, himmet sahibinin “Ve muhakkak, ahiret de dünya da Bizimdir” (Leyl 92:13) hükümünce din ve dünya saltanatını birlikte yürütmesi, hilafeti ile her iki melekette de hükmetmesidir.”
Bu bağlamda Daye Hz. Davud örneğinden hareketle ilgili ayet-i kerimeyi referans alarak ideal sultan tipinin niteliklerini sıralamaktadır.
- Saltanat ve mülk Allah’ındır: Sultan, saltanatın ve mülkün Allah verildiğinin farkında olmalıdır. Ayette Hz. Davud için “Biz seni yeryüzünde halife yaptık.” (Sad 38:26) buyurularak padişahlığın Allah tarafından bahşedildiği belirtilmektedir. Sultan kendisine verilen saltanatın ve mülkün asıl sahibinin Alah olduğunu onun lütfu ve keremiyle bunlara layık görüldüğünü ve bunların birer imtihan vesilesi olduğunu bilmeldir. “Mülkü dilediğine verirsin” (Al-i İmran 3:26) ayeti buna işaret etmektedir.
- Saltanat ve mülk geçicidir: Sultanın saltanatı bir başkasından alınıp ona verilmiştir ve bir gün de ondan alınıp bir başkasına verilecektir. “Biz mülkü sana verdik” ifadesi buna işaret etmektedir. “Dilediğinden de mülkü çeker alırsın” (Al-i İmran 3:26) sırrı gereğince bir gün kendisinden alınacağının farkında olmalıdır. Bu bağlamda fani mülk/saltanat ile hayırlı işler yaparak ebedi mülk ve saltanatı kazanmanın yollarını aramalıdır. Kendisini büyük sevaptan hayırla anılmaktan mahrum etmemelidir.
- Sultanlık/padişanlık halifeliktir: Padişah bilmelidir ki padişahlık Allah’ın halifesi olmaktır. Yüce ve şerefli bir makamdır. Ancak şerefi ve sorumlulukları da bu nispettedir.
- Sultan adaletle hükmetmelidir: Sultanlar için “İnsanlar arasında adaletle hükmet” (Sad 38:26) buyurulmaktadır. Adaleti gerçekleştirebilmek için sultan yönetim işleriyle mümkün olduğunca kendisi ilgilenmeli, başkalarına tevdi etmemelidir. Vekiller şefkat, ref’et ve merhametle muamele edemeyebilirler. Zulüm yapılabilir ve raiyyet mağdur olabilir. Zira şu beş kişinin beş kesime ettiği gösterdiği şefkat ve merhamet başka bir bir yerde bulunmaz: Allah’ın kullarına merhameti, enbiyanın ümmetlerine ref’eti, padişahın raiyyetine şefkati, ebeveynin evladına muhabbeti ve şeyhin müridine gayreti-muhabbeti.
- Sultan idare işini hakkıya yapmalıdır: İşini doğruluk ve adaletle yapmalı, birisine meyil gösterirken diğerine eziyet etmemelidir.
- Sultan şeriata uymalı ve uygulamalıdır: Hakkın emirlerine göre hareket etmelidir. Adaleti kendi tabiatından dolayı değil şeriatin emri olarak uygulamalı, işlerini halkın değil Hakkın rızası uygun olarak yapmalıdır.
- Sultan heva ve hevesine kapılmamalıdır: Kur’an’da “Heva ve hevese uyma” (Sad 38:26) buyrulmaktadır. Heva ve hevesine uyan hiç kimse hiç bir işini Allah’ın rızasına uygun olarak yapamaz. Zira bir kimsede heva galebe çaldığında bütün emirleri ve nehiyleri hevanın emriyle yapar. Hevadan başka hiç bir varlık Allah’a karşı ilahlık davasında bulunmamıştır. Ayette “Heva ve hevesini kendine ilah edineni gördün mü?” (Casiye 45:23) ifedesiyle buna dikkat çekilmiştir. Heva ile hükmetmek haktan ve adaletten ayırır. Bunun da azabı çetin olur. Firavun’un ilahlık davası, İsrailoğullarının buzağıya tapması hevaya tapınmaktır. Hz. Peygamber “İlah yerine konulup kendisine ibadet edinilen şeylerin en çirkini hevadır” (Nisaburi, Garibu’l-Kur’an, IV, 272) uyarısında bulunmaktadır.
- Hevanın sonu sapıklıktır: Sultan bilmelidir ki hevaya uymak Allah yolundan saptırır: “Sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır.” (Sad 38:26) ifadesiyle buna idkkat eklimiştir. Hevaya karşı gelmek ise Hak yolda gitmektir: “Nefisini kötü arzularından uzaklaştıranlar için şüphesiz Cennet yegane barınaktır” (Naziat 79:4041) buyurulmuştur.
- Hevanın sonu azaptır: Sultan bilmelidir ki hevaya uymanın sonu elim azaptır: “Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.” (Sad 38:26) ayeti buna işaret etmektedir. Çünkü hevaya uyanlar sonunda küfre düşerler ve sonsuz cehhennem azabında kalırlar.
- Sultan/padişah halk için peygamber gibidir: Allah Taala halkı yönetmenin, peygamberliğin mertebe ve makamlarına riayet etmekle olacağını göstermiştir.
Ancak böyle olursa hükümdarlığı, adalet ve halkının bakımı gerçekleşmiş, din yolunda sülük edenlerin hakkı ve şeriatın amellerinin yerine getirilmesi işi korunmuş olur. Yöneticilik işleri ile nübüvvetin (dinin) kendisine yüklediği görevleri yerine getirmelidir. Çünkü hükümdar ve yöneticiler; “dünya işlerini düzenlemek ve halkın hizmetlerini yerine getirebilmek için sülük yolundan ve din menfaatlerden uzak kaldık” bir mazeret veya bahane ileri süremezler. Aksine memleket yönetmek kulluk için en mükemmel alet, saltanat Hakk’a kurbiyet için en büyük vesiledir. İşte bundan dolayı Hz. Süleyman mülk ve yöneticilik istedi de ilim ve nübüvvet istemedi: “Ya Rab! Beni bağışla ve bana öyle bir mülk ihsan et ki ardımdan hiç kimseye yaraşmasın. Şüphesiz bütün dileklerini veren Sensin sen.” (Sad 38:35)
(Hak Taala açıklamıştır ki insanlara padişahlık nübüvvet mertebesi ve makamı ile olabilir. Öyle ki hem hükümdarlık, hem cihangirlik hukukuna riayet edilir, adalet yaygınlaştırılır, reaya yetiştirilir hem de din yolunun sülükunun hakkı ve şeriat amellerinin muhafazası yerine getirilir. Velayet merasimi ve nübüvvet şaraitiyle kıyam eder ki hüküm sahabı ve ferman erbabı için hiç bir özür ve bahane kalmasın ve “dünya memleketinin suretiyle e insanların maslahatlarıyla meşgul olma sebebyle dini mefaatlerden ve sülük faydalarından geri kaldık” demesinler. Aksine memleket Hakk’a ibadet hususunda en kamil alettir ve saltanat Allah’a yaklaşmak için en büyük vesiledir.) (Mirsad Uygur tercümesi, s. 343)
Şeyhoğlu bu konuyu şöyle ifade etmektedir: “Hak Taala gösterdi ki halka padişahlık yapanlar nübüvvet makamına ve mertebesine ererler. Şöyle ki o, hem cihandarlığın/ padişahlığın hem de cihangirliğin/ hükümdarlığın hakkına riayet eder, adalet temin eder, raiyyet besler, asker düzer ve vilayeti/memleketi düşmandan korur.”[13]
Karahisari de şöyle tercüme etmektedir: “Hak Taala gönderdi ki padişahlık peygamberlik mertebesiyle riayet etmekle mümkindür; özge nesne birle/ile mümkin degüldür. Ve ansuz asan degüldür ki caihan-gir ola, hem adl işleyübile ve he raiyyetleri riayet idebile ve hem din yolına sülük eylemek hakkını ve şeriat muamelatunın hıfzını yerine getüre.”[14] Bedri Dilşad’ın (d. 1405-?) Murad-Name adıyla II. Murad’a sunduğu Kabusnâme tercümesinde de benzeri ifade bulunmaktadır:
Çün ol Tanrı bir kula teşrif ede / Onun derecesini o Hayy-i Hakim;
Halim u Alim ü Rahim ü Kerim / Nübüvvet makamına tâli kıla;
Onu alem içinde âli kıla.[15]
Mirsad’ın diğer nüshasında şu ilave bulunmaktadır: “Malikü’l-mülk gerçekte Allah’ın sıfatıdır, ilim ve nübüvvet ise bunun aşağısındadır ve kulluk sıfatıdır”.[16] Karahisari tercümesinde de bu noktada şu ifade yer almaktadır: “İmdi bil ki mülk talep etmekte nice hikmet vardır.”[17]
Daye bu aşamada saltanat ile nübüvvetin münasebetlerini maddeler halinde saymaktadır.
- Gerçek saltanat ilim ve nübüvveti içermektedir: Hz. Süleyman gerçek saltanatın içinde, Hz. Adem gibi, ilim ve nübüvvetin de bulunduğunu bilmekteydi. Hz. Adem’e ilim ve nübüvveti de muhtevi hilafet mülkü verilmişti. Allah’ın “Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım” (Bakara 2:30) buyurması ‘Ben yeryüzüne bir halife tayin edeceğim, dünya memleketine bir vekil tayin edeceğim’ demekti. ‘Bir nebi, bir alim veya kul yaratacağım’ demedi. Aynı ifadeyi Hz. Davud için de kullanarak “Ey Davud! Biz seni gerçekten yeryüzüne halife kıldık” (Sad 38:26) buyurdu; nebi, resül veya alim kelimelerini kullanmadı; zira hilafet bunların hepsini içermektedir.
- İlim ve nübüvvet saltanat ve mülkle kuvvet bulur: Bunlar bir arada bulunursa güçlerinin etkisi bir iken bin olur. Dinin izzeti kılıçla ortaya çıkar. Hz. Peygamber bu sebeple “Allahım İslamı Ömer yada Ebu Cehil ile kuvvetlendir” (Tirmizi V, 617) duasını yapmış; nübüvvet ile kılıç arasında bir ilişki kurarak “Ben nebiyyus’s-seyf/kılıç (nebiyyu’l-melhame/büyük çarpışma) peygamberiyim” (el-Hindi, Kenzu’l-Ummal, XI, 443) buyurmuştur.
- Saltanatın sevabı çoktur: Padişah raiyyetine adalet ve insafla muamele ettiğinde, zalimleri zülmünden ve fasıkları fıskında men ettiğinde, zayıfları kolladığında, kuvvetlileri terbiye ettiğinde, alimlere değer verip şeriat ilmini öğrenmeye teşvik ettiğinde, taat ve salahın/iyiliğin rağbet edilir olması için salihleri mübarek ve kutlu tuttuğunda, memleketindeki bütün taifelerin şeriata bağlı kalarak taat ile meşgul olmaları için emr-i maruf ve nehy-i münkeri uyguladığında, raiyyetin her türü hayır, taat, ilim, ibadet, asayiş ve refahı için gerekli tedbirleri aldğında, yolları haramilerden temizlediğinde, illeri emin kıldığında o memlekette ne kadar refah, mutluluk, ibadet, ilim, eğitim-öğretim ve hayır iş varsa Allah Taala bütün bu muamelelerin hayrını o padişahın defterine yazar. Padişah zülüm, fısk, fücur ve yaramaz işleri ortadan kaldıracak bir siyaset izlese, bütün bunlar onu Hakk yanında yakınlaştıracak birer vesile olurlar. Padişahın bütün bu yaptıkları belki birer adım hükmüne geçer. Başkaları Allah’a sülükte bir adımla yürürken o binlerce adımla yürür, kemal-i kudret bulur. Cenab-ı Hakk “Bu Allah’ın fazlı olup onu dilediğine verir” (Hadid 57:21) buyurmaktadır. Eğer bu zikrettiklerimizin hilafını yapacak olursa Allah korusun, her biri Hakk’ın kahrına ulaştırmaya bin adım olur da başkaları Cehenneme bir adımla giderken o bin adımla gider.
- Saltanat ve devlet nefis tezkiyesi vasıtasdır: Devlet ve saltanat padişahın nefsi isteklerini elde etme, şehevi lezzetleri tatma hususunda en iyi vasıtadır. Kendisinde heva kuvveti bulunmayan ve nefsi isteklerini kendinden uzaklaştırma gücü bulunmayan birinin yaptığı ibadetlerin sevabı bulunsa da, onlara sahip olduğu halde nefsi heva, arzu ve isteklerini içinden atan, ayakları altına alan kimse gibi olamaz. Bu kimsede hevanın isteklerini yerine getirecek her türlü kuvvet ve alet bulunmasına rağmen bunu yapmayarak Hakk’ın yakınlığını arar ve böylece Hakk’tan ona bir yakınlık, bir derece ve mertebe hasıl olur.
Sahih hadise göre sahabenin fakirleri Hz. Peygamber’e “Ey Allahın elçisi! Zenginler ve güçlüler dünya ve ahiret nimetlerinin bütün sevabını alırlar” dediler. Hz. Peygamber “Bu nasıl olur?” diye sordu. Onlar da şöyle açıkladılar: “Biz namaz kılarız onlar da, biz oruç tutarız, onlar da. Fakat onlar zekat ve sadaka verirler, hacca gider, gazaya katılır, köle azad ederler, bunlara bizim gücümüz yetmez.” Hz. Peygamber “Şimdi size yaptığınızda bütün dünyanın nimetlerine sahip olmanız ve onu Allah yolunda harcamanızdan daha değerli, daha önce hiç kimsenin sahip olmadığı bir ibadet öğreteyim mi?” diye sordu. Evet dediler. Hz. Peygamber “Otuz üçer kere Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber ve yüz kere La ilahe İllallah deyiniz” buyurdu. Bundan sonra fakir sahabe bu zikirleri yapmaya başladılar. Zenginler bunu duyunca aynısını yapmaya başladılar. Fakirler gelerek “Ey Allahın resülü! Onlar da bizim gibi yapmaya başladılar, bu durumda onların hayırlarına biz erişemiyoruz” dediler. Bunun üzere Hz. Peygamber “İşte o, Allahın bir lütfudur ki onu dilediğine verir” (En’am 5:54) buyurdu. (Buhari, Ezan, 155) Yani bu hem nefsiyle hem malıyla ibadet eden kimselere Allahın bağışladığı bir lütuftur.
İşte Hz. Süleyman; canı, malı, mülkü, insan, cin, vahşi hayvanlar, kuşlar, böcekler ve haşerelerden oluşan raiyyeti, diğer yönetim araçları ve saltanat imkanlarıyla Yüce Allah’a ibadet etmek istedi. Bütün bunları Allah’a yakınlık için vesile kıldı, çünkü Hakk’a yaklaşmak için ne kadar çok sebep bulunursa derecenin yüksekliği ve yakınlık o kadar büyük olur.
- Saltanat güzel ahlak vasıtasıdır: Padişahlık sıfat-ı hamideyi/iyi hulkları ve sıfat-ı zemimeyi/yavuz hulkları terbiye için en iyi alettir.
Eğer zemime sıfatları güçlendirilirse nefis ilahlık dava etme makamına kadar ulaşır varır ki burası zemime sıfatının sonudur. Bu derekeye ancak saltanat ve idare ile ulaşılır. Çünkü çaresiz hiç bir fakirin ilahlık davasına giriştiği görülmemiştir. Onun nefsi, benlik, zorbalık, kibir sıfatlarını büyütüp geliştirecek alete sahip değildir. Bu alet Firavun’da en üst düzeyde bulunduğu için kibir ve benlik sıfatı onda en yükseğe ulaştı: “Derken adamlarını topladı da bağırdı: ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ dedi.” (Naziat 79:23-24) Mülk ve saltanata bağlanarak “Ey kavmim! Mısır mülkü ve altından akan ırmaklar benim için değil mi? Hala görmüyor musunuz?” (Zuhruf 43:51) dedi.
Hamide sıfatlarına gelince, nefis saltanat ve mülk aletleri vasıtasıyla hamide sıfatlarla terbiye edilirse Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanma makamına erişir, rububiyet sıfatlarıyla sıfatlanır. Hamide sıfatların son sınırı dinin en üst mertebesdir. Hz. Peygamber bu bağlamda şöyle buyurmuştur: “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim” (Acluni, Keşfu’l-Hafa, I, 140) Ahlakın bu kemal mertebesine mülk ve saltanat olmadan ulaşılmaz. Eğer bir kimse Hakk’ın sıfatlarından olan sehavet ve kerem/cömertlik sıfatını kemale erdirmek istese “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın” emrinin gereğince Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanmalıdır. Bu, yerine getirilmesi elzem olan emirlerdendir, aslında peygamberlerin gönderilmesi de bunun içindir. Sehavet ve kerem sıfatı, ancak fazla mal ve mansıbın terk edilmesiyle terbiye gerçekleşir.
Hilm sıfatının terbiyesi için kuvvet, kudret ve saltanata ihtiyaç vardır. Halkın zorluk ve sıkıntılarına katlanıldığında hilm galebe çalar. Zaten kuvvet ve kudret olmadığında sıkıntıya katlanmak ihtiyari değil zoraki bir durum olur ki buna hilm değil acziyettir. Oysa hilm Hakk’ın sıfatı, acziyet halkın sıfatıdır.
Avf sıfatının terbiyesi de saltanatla olur. Suçlular pişmanlık duyup suçu terk ettiklerinde affedilmeleri için de tam bir kuvvet ve kudret gerekir. Hakk’ın bu sıfatını kazanabilen kimse Hakk’ın sevdiklerinden olur. “Allah affedicidir, affetmeyi sever” (İbn Hanbel, VII, 84) buyrulmuştur.
Kahır sıfatını kazanmak isteyen de yine tam kudret ve saltanata sahip olmalıdır. Bir kimse ancak saltanatın sağladığı kahır ve hiddetiyle kafirler, münafıklar ve bid’atçileri tam olarak cezalandırabilir. İşte bu da Hakk’ın sıfatıdır ki “Ey Şanlı Peygamber! Kafirler ve münafıklala cihad et, onlaa karşı kalın (sert) ol!” (Tevbe 9:73) ve “Ve o Alah’ın hakkında kötü zanda bulunan münafık erkekler ve münafık kadınlara, Allah’a ortak koşan erkeklere ve kadınlara azap etmesi içindir” (Feth 48:6) buyrulmuştur. Gaza ve fetih yapmak, ordu gönderip zalimleri, fasıkları ve fasidleri cezalandırarak zayıfları ve mazlumları korumak, hırsızları, yol kesicileri ve eşkıyayı etkisiz hale getirmek, hak edenlere had cezalarını ve kısası uygulamak, kısacası memleket içinde gerekli cezaları merhamet göstermeden tatbik etmek vb. işler de kahır sıfatı ile olur.
Rahmet ve şefkat sıfatları da saltanat ile vücut bulur. Eğer padişah rahmet, bağışlama ve karşılıksız sevme sıfatlarına sahip olmak isterse, toprağı geniş ve halkı kalabalık memlekete ihtiyaç duyar. Bu şekilde her topluluğa, bu sıfatların onda tam olarak kemale ermesi için gereğince rahmet, ref’et ve atıfet gösterir.
Himmet sıfatına gelince, Hakka ibadet etmek, derece olarak yükselmek, sülük esnasında makamları geçerek Hakk’a yakınlaşmak için en iyi alet himmetdir. İnsan başka sıfatlar vasıtasıyla Allah’a yakınlaşmak için seyr-i sülük yolunda yürür ancak himmet sıfatıyla ile uçarak gider. Bu sebeple “Kuşlar kanatlarıyla uçtuğu gibi kişi de himmetiyle uçar” denmiştir. Himmetin kemale ermesi sadece saltanatla mümkündür. Çünkü mal, nimet, servet, zafer gibi matlup şeyler, çeşitli nimetler ancak onunla kazanılır. Fakat himmet sahibi bunların hiç birine iltifat etmezse, beşeri, hayvani ve behimi zevklere yönelmez, tabiatının ve hevasının gereği olan hiç bir şeyin etkisinde kalmadan bütün bunlardan yüz çevirirse, şeriatın emirlerini ve kanunları uygun bir tarzda Allah yoluna sarf eder, nefsine hoş gelen, gönül çelici her şeyden himmetini uzak tutarsa Hz. İbrahim gibi bütün şirk afetlerinden kurtulur ki “Ben muhakkak sizin Allah Taala’ya şirk koştuğunuz şeylerden beriyim” (En’am 6:78) buyrulmuştur. Himmet sahibi kendisini Allah’tan uzaklaştıracak her şeye düşmanıymış nazarıyla bakar: “İşte onlar benim için şüphe yok ki düşmandır, alemlerin Rabbi ise müstesna” (Şuara 26:77) Böylece himmetini yüksek tutup gönlünü bu şeylere değil yaratıcıya bağlar ki “ben her dinden vazgeçip yalnız Hakka’a eğilerek yüzümü o gökleri ve yeri Yaratana çevirdim. Ve ben Allah’a ortak koşanlardan değilim” (En’am 6:79) buyrulmuştur.
…
Himmet terbiyesi kemale erdiğinde, onda Hakk’ın zenginliği zuhur eder, bu da Allah yolcuları için en şerefli mertebedir. Hz. Peygamber “Göz ne şaştı ne (de sınırı) aştı” (Necm 53:17) ali himmetine sahip olmasaydı “ve seni bir yoksul buldu da zengin kılmadı mı?” (Duha 93:8) zenginlik mertebesine ulaşamazdı. Hz. Süleyman bütün gücü, zenginliği, kudret ve saltanatına rağmen himmetini terbiye etmek için mübarek eliyle zembil dokur, bunun kazancıyla geçimini sağlardı. Yemeğini gönlü kırık bir fakir bulup onunla yer “miskin miskinin yoldaşıdır” derdi.
Bu aşamada Daye; Hz. Muhammed’i Hz. Süleyman ile karşılaştırmaktadır. Şöyle ki;
Eğer bir kimse “Hakka yakınlaşmak ve ona ulaşmak hususunda güç ve saltanatın bu kadar faydası varsa Allah’a yaklaşmak, sıfatları ile sıfatları ve ahlakını terbiye etmek için Hz. Süleyman’a verilen bu güç ve saltanatın benzeri ya da daha fazlası dünyada iken Hz. Muhammed’e niçin verilmemiştir? diye soracak olsa iki türlü cevabı vardır:
- Hakk’ın has kulları naz ve niyaz ehli olmak üzere iki gruptur. Naz ehli olanlar istemeden maksuduna kavuşurlar, herhangi bir şeyi sebeple kazanma külfetinden kurtulmuşlardır. Niyaz ehli ise ihtiyaçlarını isteyerek ve sebepler külfetiyle kazanırlar. Bu, okunu-yayını alarak ava çıkan birinin durumuna benzer; o kimse kuşlara çok sayıda ok atmasına rağmen ancak bir tane avlar. Diğer kimse ise herhangi bir sebep yokken hiçbir zorluk ve sıkıntıya katlanmadan, birisi ona bir kuş verir.
Hz. Peygamber Hakk’ın nazeni olduğundan “Resülüm! Ömrüne yemin olsun ki” (Hicr 15:72) derdi. Onun istediği dünyevi güç ve saltanatı mihnesiz bir şekilde zahmetsiz olarak ona ulaştırırdı: “Allah’ın senin üzerinde bulunan lütfu büyüktür” (Nisa 4: 113) Büyük bir lütuf olarak adlandırılan bu istek Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanmak idi. Bu Hz. Peygamber’e en mükemmel şekliyle verilmiş, yüzlerce naz ile teselli bulmuştur: “Ve her halde sen büyük bir ahlak üzerindesin” (Kalem 68:4) Hz. Musa vuslat kuşunu “Ey Rabbim! Göster bana kendini, Sana bakayım” (Araf 7:143) yayı-okuyla avlanmak istemişse de başaramamış ele geçirdiği sadece “Beni katiyyen göremezsin” olmuştur. Oysa bu, yüzbinlerce lütuf ve izzetle Hz. Muhammed’e verilmişti: “Bakmaz mısın Rabbine?” (Furkan 25:45) Gerçekte av da avcı da Hz. Peygamber’dir. “Ben Allah’tanım” (Acluni, Keşfu’l-Hafa, I, 233) yuvasından kalkıp bir avcı suretinde kainatın etrafında uçan kuştur. Kainata sığmadığından kanatlarını kapatamazdı. O hem kuş hem dane idi, hem kandil hem de pervane idi.
…
Hz. Süleyman başlangıçta bin türlü minnetle mülk istedi de “Bana mülk bağışla” (Sa’d 38:35) memleketin yularını onun eline verdikten sonra onu “Ve tahtının üstüne bir ceset bıraktık” (Sa’d 38:34) işaretiyle bir zahmetin ortasında bırakıp en sonunda “Ben, dedi, at sevgisini, Rabbimi anmaktan ötürü tercih ettim. Nihayet atlar perdenin arkasına gizlendi” (Sa’d 38:32) afetine müptela oldu. Bu neye işarettir? Evet niyaz ehli olduğundan onu talep kapısından geçirdiler ve isteğini pek çok engelden geçtikten sonra verdiler. Hz. Peygamber naz ehlinden olduğundan “kulunu gece götürdü” (İsra 17:1) sırrıyla onu Sidre makamına götürdüler ve her iki cihanı bütün mükemmelliğiyle kendisine arz ettiler. Fakat o naz ve cilve ehli olmasının sırrıyla himmet gözünün ucuyla dahi bakmadı. “Göz ne şaştı, ne de (sınırı) aştı” (Necm 53:27) Böylece onun istemediği bu iki cihanın bütün maksatlarını zahmetsizce oa verdiler: “Andolsun ki o, Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü” (Necm 53:18)
- Hz. Muhammed makamlardan geçme hususunda çok hızlı olduğundan geçip “Biz evvel olan sonlarız” (Buhari, I, 57) durumuna gelmiştir. Diğer peygamberler makamlardan geçmek için uzun bir ömre ihytiyaç duymuş, ama sonunda yine bir makamda kalmışlardır. Hz. Adem safvet, Hz. Nuh davet, Hz. İbrahim hullet, Hz. Musa mükaleme, Hz. İsa kelime, Hz. Davud hilafet, Hz. Süleyman memleket makamını geçememişlerdir. Oysa Hz. Muhammed kısa bir zamanda bütün bu makamları geçmiştir: “İşte o peygamberler Allah’ın hidayetine eritirdiği kimseler, sen de onların gittiği yoldan yürü” (En’am 6:90) Bütün bunlardan geçip “Biz evvel olan sonlarız” sırrıyla hiç kimsenin ulaşmadığı makamlara ulaşmış, daha önce başkalarına nasip olmayan faziletler kendisine verilmiştir. Bu nedenle “Altı konuda diğer peygamberlerden üstün kılındım” (Müslim I, 371) buyurmuştur.
…
Hz. Peygamber hızlı bir şekilde geçtiğinden dolayı hiç bir makama bağlanmadan kendisine mülk makamı sunuldu. Bunu üzerien şöyle dedi: “Sultan peygamber ya da fakir peygamber olmak hususunda muhayyer bırakıldım; ben bir gün aç, bir gün tok olan fakir peygamber olmayı seçtim.” (Hindi, Kenzu’l-Ummal, XV, 194)
Hz. Peygamber “Bana yeryüzünün hazinelerinin anahtarları verildi.” (İbn Hanbel, XV, 72) buyurumuştur. Bir başka hadiste şu ifaler yer almaktadır: “Bütün hazinelerin anahtarları bana verilip ‘Eğer istersen Mekke’nin dağlarını senin için altına çevirelim, nereye istersen seninle yürüsünler’ dediler.” Bu çeşit hadisler pek çoktur. Yine o, “Ben Ademoğullarının efendisiyim, övünme yoktur” (Tirmizi, V, 308) demiştir. Bundan daha büyük bir mülk nasıl olur? Fakat mülkten maksat, onu elde etmeye rağmen ondan vazgeçebilmek, hepsini Allah yolunda bağışlayabilmek, onun özü ve hülsasına sahip olup kabuğunu atabilmektir. Hz. Peygamber böyle yapmıştır.
Anlaşılan odur ki saltanat ve güç Hz. Allah’a yakınlaşmak ve onun sultanlığına halife olmak için büyük bir vesiledir. Bu nedenle sultan Allah’ın gölgesi olmuştur. Bir şeyin gölgesi o şeyin haifesi olur, fakat gerçekte halife ve gölge olma ancak halifelik sıfatlarını kendisinde bulundurduğunda gerçeleşir. Bu sebeple “Allah’ın gölgesi”ni açıklamak için şöyle buyurulmuştur: “Mazlumlar ona sığınır” (Acluni, Keşfu’l-Hafa, I, 521) Yani bütün mazlumalrın sığınma yeri olur, böylece hiç bir zalimin zulüm ve eziyeti onlara ulaşmaz. Fakat zülum ve eziyeti kendsine yapan bir sultan, nasıl Allah’ın gölgesi olur? Böyle birisine halifelik verilir mi?
…
Maksadımız şunu ifade etmek ki padişah Hakk’ın emirlerine uyar, heva ve hevesinin isteklerinden uzak durur, raiyyetini saltanatının himaye ve sığınağına alarak muhafaza eder ve padişahlığı esnasında kulluk görevini yerine getirirse, Hakk’ın halifesi olmaya hak kazanır. Bu kimse mevcudatın hülasası olur ki “Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım” (Bakara 2:30) sırrıyla yaratılıştan maksat sırr-ı hilafettir. Fakat eğer padişah zulüm ve eziyete başvurup hevasına tabi olarak Hakk’a muhalefet ederse, Allah’ın gazap ve kahır sureti haline gelir. Zamanının iblisi halini alıp ebedi lanet ona vacip olur ki “Allah Taala’ın laneti zalimlerin üzerinderi” (A’raf 7:44) buyrulmuştur.
Sultanların/Padişahların İlişkileri
Daye sultanların ilişkilerini kendi nefisleriyle, raiyyetle ve Allah’la olmak üzere üç kategoride ele alır. Bu konuda “Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı/iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl, 16:90) ayeti ile “Kıyamet gününde Allah katında kulların en faziletlisi, imamun adilun rafikun/adil ve merhametli imam/yönetici; en kötüsü imamun cabirun/adaletsiz ve zali imamdır.” (Timizi, III, 609) hadisini referans alır. Ayet-i kerimede
- adalet,
- ihsan ve
- itai zi’l-kurba/yakınlara yardım
emredilmiş,
- fahşa/hayasızlık,
- münker/haddi aşmak ve
- bagy/azgınlık
yasaklanmıştır.
- Padişahın kendi nefsiyle ilişkisi: Bu bağlamda adalet; padişahın kendisinde tevhidin meydana gelmesidir. İhsan; padişanın dinin emirlerini yerine getirmesidir. Yakınlara yardım ise padişahın kendi vücut azalarının haklarını gözetmesi, nefsiyle mücadelesi, gönlünü kontrol ederek zahir ve batın hislerden korumasıdır. Çünkü her insan şahıs olarak bir padişah, bütün azaları beşer kuvvetleri, nefis, gönül ve ruhu onun raiyyetidir.
Fahşa, münker ve bagy’den men etmek ise; padişahın söylemleri, eylemleri ve hallerinde zulmet ve hicap gibi uzaklığın meydana geldiği sıfatlarla, gıybet, yalan, bühtan, küfür, zina, fısk, fücur, zulüm gibi zemime sıfatlardan uzak durmasıdır.
- Padişahın raiyyeti ile ilişkisi: Bu bağlamda adalet; padişahın halkına eziyet etmemesi, halk arasında dengeyi gözetmesi, zayıfı güçlüye, fakiri zengine ezdirmemesidir. İhsan ise cömertlik ve mürüvvet eserlerini halka ulaştırmasıdır. Zayıflara yardım, bakıma muhtaç yakın akraba ve kabileleri sadaka ile desteklemek, alimlere ve ilim tahsil edenlere saygı gösterip ihtiyaçlarını karşılamak, salihlere, abidlere, zahidlere hürmek göstermektir. İtai zil-kurba/akrabaya bakmakta da bütün halkı için adaleti gözetmesi zaruridir. Çünkü bütün halk onun için akraba, hatta ailesi durumundadır.
Fahşa ve münker padişahın bizatihi bu drumların içinde olmasıdır ki bu hal kötülüğü ayakta tutar. Bir memleketet emr-i bil maruf nehyi ani’l-münker olmazsa, din ve ilim ehli kaybolursa fasık ve fesatçıların yayıldığı görülür. Padişah bunlar behemahal önlemelidir. Halkın hayatını kolaylaştıran siyasey izlemeli, kötü bid’atleri ortadan kaldırmalıdır.
- Allah ile ilişkiler: Bu bağlamda ise adalet; padişahın gizli ve açığını Allah için işlemesidir. Saltanat ve idareyi beline hizmet kemeri gibi bağlamak, yönetimi kendi nefsi için değil Allah’ın rızasına uygun yapmaktır. İhsan hadiste buyurulan “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Her ne lkadar sen onu görnmesen de O seni görür” (Buhari İman, 37) hakikatinin gerçekleşmesi demektir. Padişahın ibadeti nafile ibate ile meşgul olmak değildir. Bunlar bazen halvete ve uzlete çekilmeyi o da halkın zalimlerin eline düşmesini doğurabilir.
Padişahın akrabaya yardım hakikatine uygun olan davranışı başını kulluk ve hizmet işinden kaldırmamak, sağlam bir akide ve acizane bir niyazla Hakk’a yönelmektir. Padişah “La İlahe İllallah” zikrinde de devam etmeli hakiki sultanlığın Hakka gerçek kulluk olduğunu bilerek yaşamalı dünyanın mecazi sultanlığına aldanıp mağruru olmamalıdır. Firavun gibi ilahlık taslamamalı, Sultan Mahmud gibi saltanatı da tekke haline getirmelidir.
Fahşa ve münker, haddi aşma ve fenalık ise bu padişahın saltanatı ile kibirlenmesi ve övünmesidir. Kendini her şeyden yüce görüp halkı kendine muhtaç bilmesi Allahın kullarına hakaret gözüyle bakmasıdır. Hz. Peygamber “Kalbinde zere kadar kibir bulunan cennete giremez” (Müslim İman I, 283) buyurmaktadır.
Padişah suçlular konusunda mutedil olmadlıdır. Affedilecekleri affetmeli ancak suça ve suçluya müsamaha göstermeden cezalandırmalıdır.
Padişah vakıfları korumalıdır. Onların, en küçük bir değişikliğe uğramadan devamını sağlamalıdır.
Padişah, düşmanlarına ve kafirlere karşı hamiyet sahibi dindar ve cesur askerlerden oluşan bir ordu bulundurmalıdır.
Vilayetlerin yönetiminde ehil insanlar seçmeli, taşra kadılarının siyaset ve mürüvvet sahibi, alim, dindar, salih ve zeki olmalarına dikkat etmelidir.
“İnsanlar meliklerinin dinleri üzeredir” hakikatine gereğince büyük sorumluluk taşıyan padişah kendisi, raiyyeti ve en önemli Allah’a karşı sorumluluğunu yerine getirmelidir. Bunu yaptığında cennet gibi bir memlekette hayat geçirmiş olur, herkes mutlu olur.
Daye toplum yapısını ve yönetimi açıklarken Müslüman müelliflerin çoğunda görülen metafora başvurarak insan bedenini örnek verip organik bir izah yapar. Buna göre padişah kalp gibidir. Kalbin sağlığı ve huzuru önemlidir. O huzurlu ve sağlıklı olursa beden yani yönetim, devlet ve raiyyet de sağlıklı ve huzurlu olur. Padişahın fesadı da cihanın fesadı demektir. Vezir bedende akıl konumundadır. Bu bağlamda padişah daima din ve dünya işlerinde himmetli, hünerli ve akıllı bir vezir ile istişare içinde olmalıdır. Devleti meydana getiren üyeler de beş duyuya tekabül eder; emirler ve beyler baş, el, ayak gibi azalara, amiller, naibler ve nakibler parmak ve mafsallara, asker ve raiyyet ise damar ve sinirleri benzer. Bunların hepsi birbirine muhtaçtır. Padişah daima bunları iyi koordine edebilmelidir. Makamları iyi tanıdığı, ehliyet, emanet ve diyanet sahibi kimseleri istihdam etmelidir.
Sonuç
Necmeddin Daye, hilafet-imamet tartışmalarına girmeden sultan/padişah üzerinden yönetimi ve yöneticiyi ele almaktadır. Zaten hedef kitlesi de Anadolu’da Abbasi hilafetini tanıyan sultanlar/padişahlar, emirler, beylerdir. O, müslüman yönetim kültürünün temel nitelikleri olan adalet, emanet, ehliyet, liyakat, istişare, itaat/biat gibi unsurları daima öne çıkarmakta, olmazsa olmazlar olarak zikretmektedir.
Daye, Müslüman yönetim edebiyatında pek görülmeyen bir hususu ortaya koymaktadır. Ona göre amaç seyr-i sülükü tamamlayıp kemale ermek, iki dünya mutluluğunu kazanmaktır (tahsil-i saadet-i dareyn). Bu kemal yolculuğunda en iyi araçlardan biri sultanlık veya yöneticiliktir. Zira sultanlık kişide sıfat-ı hamideyi ortaya çıkarak, sıfat-ı zemimeyi ortadan kaldırak nefis tezkiyesini temin eden, kısacası Allah’ın ahlakı ile ahlaklanması sağlayan unsurlar içermektedir. Bu izah tarzıyla Daye Müslümanların vucubiyet dercesinde gördükleri hilafet/saltanat kurumunu ve bu kurumun başında bulunmayı olumlu görmektedir. Kutadgu Blig’teki akıbeti/ahireti/kanaati temsil eden sufi tiplemesi Odgurmuş’un saray ve yönetim çevresinden uzak durmasını hatırlarsak bu önemli bir adımdır. Başka bir ifade ile ona göre hilafet veya saltanat tahtına pekala sufi birisi oturabilir, hatta dünya ve din sultanlığının tek şahısta birleşmesi gerçekleşmiş olur. Elbette bu noktada Daye sultanlık tahtına bir mutasavvıfın oturması ısrarı içinde değildir. Ancak, saltanatın seyr-i sülük ve nefis tezkiyesi aracı olarak görülmesi bir bakıma tahta kim çıkarsa çıksın görevini hakkıyla yerine getirdiğinde Daye’nin istediği mutasavvıf sultan durumuna gelecektir. Hz. Davud bunun örneği olarak görülebilir.
İkinci husus, yine Müslüman yönetim edebiyatında çok seyrek rastlanan saltanat ile nübüvveti karşılaştırmasıdır. Daye bu noktada da nübüvveti ve ilmi saltanatta mündemiç görmektedir. Nübüvvetin pek çok unsurları ve nebinin görevleri sultan tarafından yerine getirilmektedir. Zaten Hz. Davud da Allah’tan nübüvvet değil saltanat ve mülk talep etmiştir.
Daye’nin bu yönetici tiplemesi Anadolu Selçukluları, Anadolu Türk Beylikeri ve Osmanlılar tarafından benimsenmiş görünüyor. Eserin aslı Alaaddin Keykubat’a, tercümesi de Germiyan Beyliği, Yıldırım Bayezıd’a sunuluyor. Daha sonra da II. Murad’a takdim ediliyor. Bu eser ile aşağı yukarı aynı muhevada olan Mermûzât-ı Esedî der Mezmûrât-ı Dâvûdî adlı eser de Mengücüklü Sultanı Alâeddin Dâvud Şah adına yazılıyor (621/1224). Bu durumda şu sorular da akla gelmektedir: Acaba söz konusu yöneticiler tasavvufi mahiyetteki bu yönetim anlayışını ve yönetici tiplemesini kendilerine uygun mu görmüşlerdir? Veya Daye onlara bunu teklif mi etmektedir? Dahası o dönemler Anadolu Müslüman toplumu bu tip idereciler mi istemektedir? Daya kamuyounun beklentisini mi dile getirmiştir? Her ne olursa olsun Mirsadu’l-İbad Anadolu Müslüman yönetim kültürüne önemli katkılar sağlayan eserlerin ilk sıralarında yer almayı hak etmektedir.
Kaynakça
Algar, Hamid, “Naјm al-Dīn Rāzī Dāya”, EI² (İng.), VII, 870-871.
Ateş, Süleyman, İşârî Tefsîr Okulu, Ankara 1974
Baltacı, Halil, Necmeddin Daye Razi, Hayatı-Eserleri ve Görüşleri, İnsan yay, İstanbul, 2011.
Bıçak, Ayhan, Türk Düşüncesi, I, Dergah yay, II. baskı, İstanbul, 2013.
Karahisarlı Kasım b. Muhammed, Sufi Diliyle Siyaset: İrşadu’l-Murid ile’l-Murad, Klasik yay, İstanbul, İnceleme ve yay. Özgür Kavak, Klasik yay, İstanbul, 2010.
Köprülü, M. Fuat, “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları I: Anis al Kulub”, Belleten, C. VII, S. XXVII, Temmuz, Ankara: 1943; ss. 379-485.
Necmeddin Daye, Tasavvuf Yolu: Mirsadu’l-İbad, çev. Halil Baltacı, Marmara İlahiyat Vakfı yay, İstanbul, 2013.
Ocak, Ahmet Yaşar, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2014; “Selçuklular ve Beylikler Devrinde Düşünce”, Türkler, C. VII, Ankara, 2002, ss. 429-438.
Okuyan, Mehmet, Necmuddîn Dâye ve Tasavvufî Tefsiri; İstanbul 2001.
Örs, Derya, “Necmuddin-i Râzî: Hayatı ve Eserleri”, Nüsha, II/6 (2002), s. 19-34.
Severcan, Şefaattin, Necmeddin Daye’nin Siyasetnamesi, Kayseri, 1995.
Şeyhoğlu, Kenzu’l-Kübera ve Mehekkü’l Umera, AKDTYK Atatürk Kültür Merkezi yay, neşreden Kemal Yavuz, Ankara, 1991.
Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1984.
[1] Ayhan Bıçak, Türk Düşüncesi, I, Dergah yay, II. baskı, İstanbul, 2013, s. 244-245.
[2] 13. Yüzyıl Adadolusu için bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1984; M. Fuat Köprülü, “Anadolu Selçuklu Tarihinin Yerli Kaynakları I: Anis al Kulub”, Belleten, C. VII, S. XXVII, Temmuz, Ankara: 1943; ss. 379-485; Ocak, Ahmet Yaşar, Ortaçağlar Anadolu’sunda İslâm’ın Ayak İzleri, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2014; “Selçuklular ve Beylikler Devrinde Düşünce”, Türkler, C. VII, Ankara, 2002, ss. 429-438.
[3] Bkz. Hamid Algar, “Naјm al-Dīn Rāzī Dāya”, EI² (İng.), VII, ss. 870-871; Mehmet Okuyan, Necmuddîn Dâye ve Tasavvufî Tefsiri; İstanbul 2001; Derya Örs, “Necmuddin-i Râzî: Hayatı ve Eserleri”, Nüsha, II/6 (2002), ss. 19-34; Halil Baltacı, Necmeddin Daye Razi, Hayatı-Eserleri ve Görüşleri, İnsan yay, İstanbul, 2011.
[4] Eseri Muhammed Emîn Riyâhî bir giriş ve incelemeyle birlikte neşretmiştir (Tahran 1352 hş.; 1365 hş.). Türkçe çevirileri: Necmeddin Daye, Tasavvuf Yolu: Mirsadu’l-İbad, çev. Halil Baltacı, Marmara İlahiyat Vakfı yay, İstanbul, 2013; Sufilerin Seyri Mirsadu’l-İbad, çev. Hakkı Uygur, İlkharf yay, İstanbul, 2013; Kitabın beşinci babının çevirileri: Şeyhoğlu Mustafa, Kenzu’l-Kübera ve Mehekkü’l Umera, Yay, Kemal Yavuz, Atatürk Kültür Merkezi yay, Ankara, 1991; Karahisarlı Kāsım b. Muhammed, İrşâdü’l-mürîd ile’l-Murâd, yeni yay. Sufi Diliyle Siyaset Klasik yay, İstanbul, İnceleme ve yay. Özgür Kavak, Klasik yay, İstanbul, 2010; Şefaeddin Severcan, Necmeddin Daye’nin Siyasetnamesi, Kayseri, 1995.
Mirśâdü’l-İbâd’ı 1670’li yıllarda Wu Zixan on yıllık bir çalışma sonunda Guzihen Yaodao adıyla Çince’ye çevirmiştir. XX. yüzyıl başlarına kadar Çin müslümanlarının temel tasavvufî metinlerinden biri olarak okunagelmiştir. Kitabın İngilizce çevirisi de 1882’de Hamid Algar tarafından yapılmıştır. (The Path of God’s Bondsmen from Origin to Return, New York 1982).
[5] Özgür Kavak, “Giriş”, Sufi Diliyle Siyaset, s. 13.
[6] Kavak, s. 20.
[7] Şeyhoğlu Mustafa (d. 1340- ö. 1401?)
XIV. yüzyılda Germiyan (Kütahya) bölgesinde yetişen şairlerin başında gelir. Hurşîdnâme’de adı Mustafa olarak belirtilen ve Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ’yı 1401 yılında yazdığında 62 yaşında olduğunu açıkça söyleyen Şeyhoğlu, buna göre 1340 yılında doğmuştur. Germiyan beyi Süleyman Şah zamanında Germiyan sarayında nişancılık ve defterdarlık görevlerinde bulunan Şeyhoğlu, daha sonra Yıldırım Bayezid’e (1389-1402) intisap ederek Osmanlı sarayında da bulunmuştur. Türkçenin inceliklerine vâkıf olan ve devrinin şairleri arasında Nesîmî’den sonra ikinci sırayı alan Şeyhoğlu Mustafa, Arapçayı, Farsçayı, eski kültürü ve kaynakları bilen, dil bilinci ile eser veren bir şair ve yazardır. Şeh-nâme’den, Kelile ve Dimne ve Mesnevî-i Ma’nevî’ye kadar Farsça ana kaynaklara olan hâkimiyeti eserlerine de yansımıştır. Şeyhoğlu, Kenzü’l-Küberâ’da kendi devrini ve toplumu gözleyip eksiklikleri de tenkit etmiştir.
Şeyhoğlu Mustafa’nın biri manzum üçü mensur olmak üzere dört eseri vardır. Bunlardan Hurşîd-nâme manzum, Marzuban-nâme ve Kabus-nâme tercümeleri ile Kenzü’l-Küberâ ve Mehekkü’l-Ulemâ adlı eserleri mensurdur.
Yazar, eseri için “te’lif” kelimesini kullanmasına rağmen, Kenzü’l-Küberâ’nın Necmeddîn-i Daye-i Râzî’nin Mirsâdü’l-İbâd’ının beşinci babının tercümesi olduğunu ileri sürenler de olmuştur. (Fuat Köprülü, Orhan Şaik Gökyay) Bu iddiada bulunanlar, her iki eserin başlıklarındaki benzerliklere göre tercüme kanaatine varmışlardır. İki eser karşılaştırıldığı zaman Şeyhoğlu’nun Kenzü’l-Küberâ’nın iskeletini, Necmeddîn-i Râzî’nin Mirsâdü’l-İbâd’ından aldığı, fakat eserini tecrübe ve gözlemleriyle zenginleştirip geliştirdiği anlaşılmaktadır. Ayrıca eserde, Hurşîd-nâme’den bir hayli alıntıların yanında Elvan Çelebi, Gülşehrî, Hoca Dehhânî, Hoca Mesud, Celâleddîn-i Rûmî ve Yûsuf-ı Meddâh gibi şairlerden alınmış şiirler de vardır. Bu şiirler, Kenzü’l-Küberâ’nın Mirsâdü’l- İbâd’ın bire bir tercümesi olmadığını ortaya koyduğu gibi edebiyat tarihi yönünden eserin değerini artırmıştır.
[8] Şeyhoğlu, Kenzü’l-Kübera ve Mehekkü’l Ulema, yay. Kemal Yavuz, AKDTYK Atatürk Kültür Merkezi yay, Ankara, 1991.
[9] Şeyhoğlu mukaddimesinde kitabı yazma gerekçeleri arasında şunu zikretmektedir: “… bilmek gerek ki alem din ulularından hali oldu, zaman ve mekan eclaf (ayak takımları) ve erazile (reziller) ile doldu, hakimin gevşekliğiyle şeriat zaaf hasıl etti, padişahların zülmüyle İslam imaratlıktan harablığa yüz tuttu, tarikat yolu kesildi, marifet yayı yasıldı, hakikat Kaf simurgu (Kafdağında anka kuşu) oldu, isteyiciler güzaf oldu. Nitekim şiide denmektedir ki;
İy diriga, aceb zaman old / Batıl iş bellü hak nihan oldı.
Her kavi fitneler ki derdi Resül / şimdi işte başladı, ayan oldu.
Öldü sultan, halifeler gitti / Harici sahip-kran oldu.
Beg şeriat türetti reyinden / Şer-i hak ortadan revan oldu.
Düşdü iman u din ü dürd-i heva / Her hakikat kamu güman oldu.
Ulema silk-i hırs u hissetden / Nefsi yolunda kâmran oldu.
Din yolunda oda ciğer yakanun / Bu hayıfdan yüreği kan oldu.
Baş ayak oldu vü ayaklar baş / Mümine gebr (Mecusi) kahraman oldu.
Gam-nişin (gamlı) oldu cümle ehl-i temiz / Gülmek ey korkulu nişan oldu.
(s. 39-40) (Metin tarafımızca çok az sadeleştirilmiştir)
Şeyhoğlu kiabının sonunda Tenbih başlığı altında eserini Türkçe kaleme almasını şöyle izah etmektedir:
“Mütalaa kılanlar bileler ki bu kitap gerçi Türk dilince telifti ve illa garip tasniftir. Zinhar, marifet aşıkları talep sadıkları bu surete ikrah ile nazar kılmasınlar ki beyt:
Gerçi hubun cemalidir kemali / Gerek Türki donansın ger Moğoli. (s. 150)
[10] Bkz. Hüseyin Yılmaz, The Sultan and the Sultanate: Envisioning Rulership in the Age of Süleyman LAwgiver (1520-1566), yayınlanmamış doktora tez, Harvard Uni, 2005, (Kavak’tan naklen, s. 27)
[11] Bu bölüm Tasavvuf Yolu: Mirsadu’l-İbad, çev. Halil Baltacı, Marmara İlahiyat Vakfı yay, İstanbul, 2013, ss. 314-324; Baltacı, Daye, ss. 333-349’dan çoğu zaman özgün ifadeleri korunarak özetlenmiştir. Ayrıca bkz. Şeyhoğlu, 47-106; Karahisarlı, 53-82.
[12] Kavak, 17.
[13] Şeyhoğlu, s. 47.
[14] Karahisarlı Kasım b. Muhammed, İrşadu’l-Murid ile’l-Murad: Sufi Diliyle Siyaset Klasik yay, İstanbul, İnceleme ve yay. Özgür Kavak, Klasik yay, İstanbul, 2010, s. 57.
[15] Bedri Dilşad, Murad-Name, I, haz. Adem Ceyhan, MEB yay, İstanbul 1997, s. 210.
[16] Daye, Mirsad, s. 317.
[17] Karahisari, s. 57.
*Türk-İslam Ahlak Felsefesinin Kurucu Mimarları Türkistan’dan Anadolu’ya İrfan Mektebinin Hocaları uluslararası panelinde bildiri olarak sunulmuştur, 2018