Muhyiddin İbn’ül-Arabî’de İnsan

Prof. Dr. Kazım SARIKAVAK

ÖZET

İslâmi literatürde daha çok “İbn’ül-Arabî”  diye tanınan ve tasavvufta yolunu takip edenlerce “eş-Şeyh el-Ekber” lakabını verilen Muhyiddin İbn’ül-Arabî, Endülüs’ün Mürsiye şehrinde 1165 senesinde doğmuş, 1240 senesinde Şam’da vefat etmiştir.        İslâm fikir, ilim, tasavvuf hayatının ene önemli isimlerinden biri olan İbn-i-Arabî’nin eserlerinin sayısının 200 ila 500 arasında olduğu kaynaklarda zikredilir. İbn-i-Arabî devrinin ünlü düşünürlerinden yine Endülüslü olan İbn-i-Rüşd (öl.1198)’le de görüşmüş olması ve gerek İbn-i Rüşd’ün ve gerekse İbn-i Sina(öl.1037)’nın eserlerini okuması, onun düşünce dünyasının ne denli zengin olduğunu göstermektedir.     Büyük bir İslâm düşünürü ve mutasavvıfı olan ve aynı zamanda dini felsefi ve tasavvufi bilgileri şahsında mezcetmiş biri olan İbn-i-Arabî’nin insan anlayışı, İslâm düşünce ve kültür tarihi açısından oldukça önemlidir. Nitekim, hemen bütün eserlerinde kimi zaman doğrudan, kimi zaman da dolaylı olarak O, insanla ilgili düşüncelerine yer verir. O, insanı mikro kozmos olarak görür, insanı varlıklar arasındaki en mükemmel varlık olarak görür. Ona göre “…insan, âlemin ruhudur…”[1]. Alemin ruhu olarak nitelediği insanla ilgili o, hem felsefi bakış açısını, hem de dini-tasavvufi bakış açısını kullanmıştır. İbn-i-Arabî’nin düşüncesinde insan, merkezde yer alan bir varlıktır. Adeta Yüce Allah insanı büyük kainatın bir örneği olarak yaratmıştır. Bu açıdan insanı iyi tetkik etmek, iyi anlamak gerekir. Böylece kainatı da iyi anlamak mümkün olur.

ABSTRACT

Muhyiddin Ibn’ul-Arabi who is known as Ibn’ul Arabi in Islamic literature and who is been given the epithet of ‘eş-Şeyh el-Ekber’ by the people who followed him in Sufism, was born in the city Mursiye of Andalusia in 1165, and died in 1240, in Damascus.    Being one of the most important people in Islamic thought, lore and sufism, Ibn-i Arabi’s number of works are about 200-500 as stated in contexts. Being conferred with Ibn Rushd, an another famous thinker from Ibn-i Arabi’s era who is also from Andalusia and reading both Ibn Rushd (d.1198) and Ibn Sina’s  (d.1037) works shows how rich his mental world is.         Ibni Arabi who is a great Islamic thinker and mystic and as a person who inosculated religious, philosophical and mystical thoughts in his personality, his comprehension of human is pretty important in terms of history of Islamic thought and culture. Thus, in almost all of his works, sometimes directly and sometimes indirectly, he gave a place to his comprehension of human. He perceives human as microcosmos and the most impeccable one in all other creatures. According to him ‘…human is the spirit of the realm…’[2] About the human he characterizes as the spirit of the realm, he used both philosophical and religious-mystical viewpoints. In the thought of Ibn Arabi, human is located in the center. So to say, Almighty Allah created human as a sample of great universe. In this respect, human is needed to be well examined and understood. So that, it would be possible to understand the universe beter. 

MUHYİDDİN İBN’ÜL-ARABÎ’DE İNSAN

İnsan, varlıklar arasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. İnsanın genel varlık ve özellikle de canlılar içinde çeşitli açılardan farklı bir konumu vardır. Felsefe, bu özel konuma sahip insanın nasıl bir varlık olduğunu sorgular. İnsan meselesi hem Batı hem de Doğu felsefelerinin en temel konularından birisidir.

Felsefe tarihinde ilk kez insanı felsefelerinin merkezine alan filozoflar sofistlerdir. Sofistlerden sonra gelen filozoflar da insanı genel felsefelerinin en temel konularından biri olarak ele almışlardır. Filozoflar, insanla ilgili birçok tanım yapmışlardır. Felsefede insanla ilgili yapılan genel tanımlardan bazıları şunlardır: İnsan, aklı olan canlı varlıktır. İnsan, dik yürüyen, ellerini kullanan, beyni özel biçimde gelişmiş olan, çevresini değiştirebilen, dünyaya ve evrene aşık olan, konuşan ve yaratıcı düşünme yeteneği olan, deney dünyasını aşabilen, eylemlerinden sorumlu olan varlıktır.[3] Diğer genel bir insan tanımı da şu şekildedir: İnsan, algı, yargı, bellek, arzu sahibi; dil, din, hukuk, devlet, sanat, bilim ve felsefe gibi eserlerle anlamlandırılmak durumunda olan bir varlıktır.[4]

Burada söz konusu edilen insan tanımları, genel felsefede insan denilen varlıktan ne kastedildiğini açıklamaya matuf tanımlardır. Bu tanımlara kaynaklık eden filozofların başında Aristoteles (öl. İ.Ö. 332) gelir. Aristoteles, çeşitli eserlerinde insan için çok çeşitli tanımlar yapar. Bu tanımlardan bazıları şu şekildedir: İnsan, Akıl yürütme gücüne ve sanat yapma işlevine sahiptir; ayrıca insan deney yapma yeteneğine de sahiptir.[5] Yine Aristoteles’e göre insan, akla, yürütme gücüne ve zekâya sahip olan bir varlıktır.[6] Akla sahip olan, dolayısıyla düşünen, bilgi sahibi olan, bilgi üreten insan; ayrıca toplum halinde yaşayan, devlet kuran insandır. Aristoteles, insanın siyasal bir hayvan (canlı) olduğunu[7] söyler, yani insanın tabiatında toplumsal olma, devlet halinde yaşama durumu vardır.

Felsefe tarihinde insanla ilgili farklı tanımlar yapılmakla beraber, genelde felsefedeki insan tanımlarının en ağırlıklı kısmı Aristoteles kaynaklı tanımlardır.

İslâm düşünürlerinin de önemli bir kısmı özellikle Meşşai geleneğe mensup İslâm filozoflarının da insan tanımlarının kaynağında felsefî açıdan Aristoteles yer alır. Meşşai geleneğe mensup olmayan İslâm düşünürlerinin insan tanımlarında da Aristoteles’in etkisi oldukça önemlidir. Ancak İslâm düşünürleri arasında Gazzalî, Mevlana, gibi Meşşai (peripatetik) geleneğe mensup olmayan düşünürler de vardır. Bunlardan birisi de Muhyiddin İbn’ül-Arabî’dir. Bu çalışmanın bundan sonraki esas bölümünde de İbn’ül-Arabî’nin insan konusundaki fikirlerine yer vermeye çalışacağız.

 

XXX

 

Endülüs’ün Mürsiye şehrinde 1165’te doğan ve Şam’da 1240 yılında ölen İslâm düşünce ve tasavvuf tarihinin en ünlü ve önemli isimlerinden biri olan İbn’ül-Arabî’nin asıl ismi Muhammed, lakabı Muhyiddîn, Künyesi Ebu Bekir’dir. Onun ölümünden sonra ona tabî olanlar ayrıca ona “es-Şeyh el-Ekber” lakabını vermişlerdir. Batı’da ve Doğu’da daha çok İbn-i Arabî diye meşhur olan düşünürümüz, 8 yaşından 20 yaşlarına gelene dek hadis, fıkıh ve kelâm ilimleriyle devrinde bilinen ve tahsili yapılan diğer ilimleri okudu. Bu arada çeşitli felsefî ekolleri de tanıdı, devrindeki Endülüslü bilginlerle tanıştı. İslâm dünyasının pek çok yerine seyahatlerde bulundu. Kaynaklar, eserlerinin 200 ile 500 arasında değişen rakamlarla ifade etmektedirler.[8]

İslâm düşünce ve tasavvufunu derinden etkileyen İbn’ül-Arabî’nin insan anlayışı, hem yaşadığı dönem hem de İslâm düşünce ve tasavvufunun anlaşılmasında oldukça önemlidir. Ancak bu çalışmanın ilerleyen kısımlarında da görüleceği gibi İbn’ül-Arabî, insanın maddî özelliklerinden çok manevî özellikleri üzerinde durmaktadır. Bu sebepten ileride görüleceği gibi o, özellikle “insân-ı kâmil” kavramı üzerinde çok ayrıntılı bir şekilde durmaktadır. Burada hemen şunu da belirtmekte fayda vardır: “İnsân-ı kâmil” kavramı İslâm tasavvuf geleneğinde önemle üzerinde durulan bir kavramdır.

Şimdi biz önce İbn’ül-Arabî’nin genel insan konusundaki düşüncelerine ve sonra da insân-ı kâmil konusundaki düşüncelerine yer vermeye çalışacağız:

İbn’ül-Arabî, genel olarak insan denilen varlığın farklı farklı tanımlandığını söyler ve kendisinin de bu konudaki fikrini şöyle belirtir: “…insanlar, insanın mahiyeti hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir grup, “insan” denilen şeyin “latife”, bir kısmı, “cisim”, bir kısmı ise “ikisinin toplamı” olduğunu ileri sürmüştür ki, doğrusu da budur…”[9]. İbn’ül-Arabî’nin bu ifadelerinden anlaşılacağı gibi, ona göre insan ruh ve bedenden meydana gelen bir varlıktır. Ayrıca İbn’ül-Arabî, yine genel olarak insanı genel felsefedeki tanımlamada olduğu gibi “konuşan nefis”, “düşünen nefis”[10], yani konuşan, düşünen varlık, konuşan, düşünen canlı olarak tarif etmektedir. Diğer taraftan düşünürümüz insanı, algılayan varlık olarak da tanımlamaktadır.[11]

İbn’ül-Arabî, yaratılan varlık tabakalarını açıklarken insanların bu tabakalar arasında dördüncü tabakada bulunduğunu belirtir. Bu varlıkları “…dikkate değer özellikleriyle şöyle sıralar:

 

  1. Cisimler: Cansızdırlar,
  2. Bitkiler: Canlı, ama duygusuzdurlar,
  • Hayvanlar: Canlı ve duygulu, ama akılsızdırlar,
  1. İnsanlar: Canlı, Duygulu ve akıllıdırlar,
  2. Melekler: Bir örneğini bu türde gördüğümüz, ince, görünmez, ruhsal

varlıklardır.”[12]

İbn’ül-Arabî, ayrıca yaratılanlar içerisinde en yetkin mertebede insanın olduğunu vurguladıktan[13] sonra insanların en mükemmelinin resuller, sonra nebiler, sonra veliler, sonra müminler olduğunu söyledikten sonra diğer yaratıkların bunlardan sonra geldiğini belirtir[14]. Ayrıca o, insanın çok ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğunu “…insandan başka hiç kimse ilahlık iddiasında bulunmamıştır… İnsandan başka mülk sahibi olan yoktur… İnsandan başka ilâhî isimlerle isimlendirilebilen kimse yoktur… İnsandan başka bütün ilâhî isimlerle isimlendirilebilen kimse yoktur…”[15] diyerek belirtir. Buradan da anlaşılacağı gibi İbn’ül-Arabî, genel insanın bu iki uç özelliğine dikkat çekmiştir.

İbn’ül-Arabî, insanı canlı, duygulu ve akıllı, konuşan, düşünen, algılayan bir varlık olarak tarif etmektedir. Bu genel insan tanımının dışında İbn’ül-Arabî, insanı Hayvan insan ve Kâmil İnsan olmak üzere ikiye ayırır. Bu iki insanı zaman zaman birbirleriyle mukayese eder. Ona göre hayvan insan ile kâmil insanın ortak olduğu özellikleri şunlardır: Her insan, diğer hayvanlardan farklı olarak herhangi bir bilgiyi ancak fikir, tedbir ve düşünme gücüyle elde ettiğini ve bu elde ettiği bilginin nereden ortaya çıktığını bilir. Bu durum bütün insanların ortak özelliğidir[16]. Bu ortak özelliklere genel insan tanımı konusunda daha önce yaptığımız tanımlarda belirtilen özellikleri de ekleyebiliriz.

İbn’ül-Arabî’nin hayvan insan ve kâmil insanı özellikleriyle mukayese yaparak tanımlar. Genel olarak hayvan insanı, “…herhangi bir sorumluluk olmaksızın doğasına göre hareket eder…”[17] olarak tanımlayan İbn’ül-Arabî’ye göre, “…Hayvan insan ile insân-ı kâmilin benzerliği maymunun bütün dış uzuvlarında insana benzemesini andırır…”[18]. Buradan anlaşılacağı gibi hayvan insanla insân-ı kâmil arasında oldukça birbirine zıt farklar vardır.

Yine diğer taraftan bu iki insan arasındaki farkı İbn’ül-Arabî şöyle belirtir: “…İnsân-ı kâmil cezalandırsa o da şiddetli olurdu; fakat hayvan insanın cezalandırması ondan daha şiddetlidir… İnsân-ı kâmil, nefsiyle Allah’ı bilirken, hayvan insan fikir aracını kullandıktan sonra aklıyla O’nu bilir…”[19]. Aslında iyi tahlil edildiğinde İbn’ül-Arabî’nin hayvan insanla kastettiği, daha önce de kısmen işaret edildiği gibi salt insandır. Zira bu insanla insân-ı kâmil birçok şeyde aslında ortaktır, aynı özellikleri paylaşırlar. Nitekim düşünürümüz bu her iki insanın ortak olduğu noktaları birçok yerde belirtir; ancak kâmil insanın diğerinden fazla ve diğerinde bulunmayan özelliklerine dikkat çeker. Bu konudaki görüşlerinden birisi de şöyledir: “…İnsân-ı kâmilin hayvan insandan ancak hüküm itibariyle ayrıştığı… hayvan insan da hayvanların rızkıyla beslenir. İnsân-ı kâmil için bu rızk olduğu gibi buna ilave rızklar da vardır. Çünkü kâmil insanın hayvan insanın kendisine ulaşamayacağı ilâhî rızkı vardır. İlâhî rızk, insân-ı kâmilin kendisiyle beslendiği ve hayvan insan adına meydana gelemeyecek tefekkür ilimleri ile zevk ve sahih düşüncedir…”[20]. Ayrıca hayvan insanın da dünyanın hakikatlerini anlamaya aklı sayesinde gücü yeter; ancak insân- kâmil’de ilâhî isimler bulunur ve insân-ı kâmil bunları kullanır[21].

Görüldüğü gibi İbn’ül-Arabî’nin hayvan insan olarak nitelediği insan, potansiyel olarak hakikatleri öğrenme gücüne sahiptir ve zaman zaman aklıyla bu hakikatlere ulaşabilir; ancak genelde tabiî özelliklerinin dışına çıkamamış, yaratılışının gayesine tam varamamış insandır. Buna mukabil insân-ı kâmil, Allah’ın lütfettiği her özelliğe tam olarak sahiptir.

İbn’ül-Arabî’ye göre asıl insan, insân-ı kâmil olan insandır. Onun insân- kâmil konusundaki fikirlerini öğrendiğimizde onun vahdet-i vücud teorisinin ne anlama geldiğini daha iyi kavramış oluruz. Zira Allah’ın yarattığı ve diğer varlıklardan farklı kıldığı asıl insan, bu insandır. Nitekim İbn’ül-Arabî’de bu ince çizgiye “…Allah, -hayvan insanı değil- insân- kâmili kendi suretinde yaratmıştır…”[22] diyerek, Allah ile insan arasındaki ilişkileri konusundaki teorilerindeki kastedilen insanın insân-ı kâmil olduğuna işaret etmiştir. Bu hususa o şöyle işaret eder: “İnsanın varlıkların en üstü olması şaşılacak işlerdendir. “İnsan” derken insân-ı kâmili kastediyorum; çünkü insanın üstünlüğü dolaylı olabilir…”[23]. Buradan anlaşılacağı gibi İbn’ül-Arabî’nin eserlerinde insan için izafe edilen bütün olağanüstü sıfatlar, insân-ı kâmil içindir. İnsân-ı kâmilin en önemli sıfatlarından biri onun yeryüzünde Allah’ın halifesi olmasıdır. Bu hususu ise o şöyle belirtir: “… İnsanın üstünlüğü, Allah’ın kendisine verdiği bilgi ve halifelik sayesinde öğrenilir…”[24]. İnsanın neden Allah’ın halifesi olduğunu ise şöyle belirtir: “…halifelik, ancak insân-ı kâmil için geçerli olabilir. Bunun için Allah, onun görünür suretini (cisim) âlemin hakikatlerinden ve suretlerinden, görünmeyen suretini ise, kendi suretine göre var etti. Bu nedenle insan hakkında “Onun görmesi ve işitmesi (duyuları) oldum” demiştir. “Onun kulağı ve gözü oldum” dememiştir…”[25]

İnsanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olması meselesini çok çeşitli ve dikkat çekici örneklerle anlatan İbn’ül-Arabî’nin bu anlatımlarından bazıları şöyledir: “… Hak karşısında insan, göz için görmeyi sağlayan göz bebeği gibidir. Bu nedenle “insan” diye isimlendirilmiştir; çünkü Allah, onun vasıtasıyla yaratılarına bakar ve onlara merhamet eder… âlemde insan, yüzükteki kaş gibidir. Kaş, padişahın hazinelerine vurduğu mühür ve nişandır. Allah, insanı bu nedenle “halife” diye isimlendirdi. Mühür hazineleri nasıl korunursa, Allah da insan vasıtasıyla âlemi korur…”[26]. Görüldüğü gibi İbn’ül-Arabî, İnsân-ı kâmilin kâinatta Allah’ı temsil ettiğini, Allah’ın kâinat ve içindekilerle ilişkisini insan aracılığıyla kurduğunu, bunun sebebinin de insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu söyler.

İbn’ül-Arabî, Allah’ın her yarattığı şeyde bir hikmetin bulunduğunu, buna göre insanın da hikmet üzerine yaratıldığını, bu hikmetin hakkını ise kâmil insanın verdiğini şöyle belirtir: “… Allah, yeri göğü ve ikisinin arasındaki şeyleri abes olarak yaratmamıştır. Allah, insanı da abes yaratmamıştır. O, insanı sadece kendi suretinde olsun diye yarattı. Âlemdeki her şey, bazı şeyleri bilirken bazı şeylerin cahilidir. İnsân-ı kâmil ise öyle değildir; çünkü Allah Teâlâ insân-ı kâmile ilâhî isimleri öğretmiş, cevâmi’ül-kelim’i ona vermiş, böylelikle insân-ı kâmil’in sureti kemâle ermiştir. Bu sayede insân-ı kâmil Hakkın suretiyle âlemin suretini kendinde toplamış… Hak kendi suretini insan ayasında görmüşken yaratıklarda kendi suretini o aynada görür…”[27] İbn’ül-Arabî’nin ifadelerinin önemli bir kısmı remzlerle doludur. Bu metinlerde de bu özellikleri görüyoruz; ancak buradan şu husus da gayet açık olarak anlaşılıyor: Allah, bütün yarattıkları içerisinde insanı özel yaratmış, diğer yarattıklarında olmayan özelliklerle onu donatmış ve onu kendine bu evrende halife yapmıştır. Bunun farkında olan, gereğini yerine getirene de düşünürümüz insân-ı kâmil demektedir.

İnsân-ı kâmil’in Allah Teala ile olan münasebeti ve Allah’ı tanıması konusundaki durumunu ise düşünürümüz şöyle belirtir: “…halifetullah olan insân-ı kâmil, Allah’ı zahiren ve batınen ve süreten ve ma’nen ve menzileten hakkıyle takdir eylemiştir…”[28]. Buradan anlaşılacağı gibi insân-ı kâmil, Allah’ı her açıdan tam olarak idrak etmektedir. Onun kâmil insan olması da bunun içindir. İnsân-ı kâmil’in kemâlinin onun Allah’ı bilmesiyle ilişkili olduğunu İbn’ül-Arabî, şu ifadeleriyle de teyit eder: “…İnsân-ı kâmil, Allah’ı bilmek ve O’nu sürekli müşahede etmek yönüyle varlıkların en kâmilidir…”[29]. Buna göre insân-ı kâmilin en mümeyyiz vasfı onun Allah’ı bilmesi ve O’nu sürekli müşahede etmesidir.

Şimdi de insanın insân-ı kâmil olma konusunda daha yaratılışında bir yetiye sahip olup olmadığına dair İbn’ül-Arabî’nin düşüncelerine yer vermeye çalışacağız. Düşünürümüzün bu konudaki düşüncelerinden biri şöyledir: “…Allah insan ruhunu yarattığında onu kâmil, yetişkin, akıllı, Allah’ın birliğine iman eden, rabliğini onaylayan birisi olarak yaratmıştır…”[30]. Konuya ilişkin bir diğer düşüncesi ise “…Kâmil insan, Hakkı iman ile aklıyla bilip kemal derecesini elde eder…”[31]. Düşünürümüzün bu ifadelerinden anlaşılacağı gibi Allah, insanı yaratırken onu kendini tanıma konusunda yeti sahibi olarak yaratmıştır. Düşünürümüze göre bu insan, yani bu yetilerini kullanan insan, kâmil insan olmaya yönelik aşamaları başarıyla geçer.

Diğer taraftan İbn’ül Arabi, insanlar arasında en kâmil insanın Hz. Muhammed (a.s.) olduğunu belirtir[32]. Dolayısıyla Hz. Peygamberin en mükemmel insan olduğu bu evrendeki yaratılanlar arasında en ayrıcalıklı yere sahip olan insan için en büyük hedef ise insân-ı kâmil olmadır.

 

XXX

 

Sonuç olarak, İslâm düşünce ve tasavvuf ilminin en yetkin ve gizemli isimlerinden olan İbn’ül-Arabi’nin fikir dünyası da oldukça kapsamlı bir zenginliğe sahiptir. Onun özellikle insan anlayışı İslâm düşüncesi ve tasavvufu açısından çok önemli ve farklıdır. Zira onun insan hakkındaki, özellikle de insan-Allah ilişkisi bağlamındaki fikirleri İslâm düşünce tarihinde çok tartışılmış ve hala da tartışılmaya devam etmektedir.

İbn’ül-Arabi’nin vahdet-i vücûd anlayışının temelinde de Allah-insan münasebeti konusundaki fikirleri önemli bir konuma sahiptir. Bu sebepten onun gerek varlık ve gerekse Allah ve insan konusundaki fikirlerini anlamak için eserlerinde ortaya koymaya çalıştığı düşüncelerini iyi tahlil etmek gerekir.

İbn’ül-Arabi Allah’ın yarattıkları arsında insanın yerinin ayrıcalıklı bir konum olduğunu her vesile ile eserlerinde ifade eder. Ancak bu insanı ikiye ayırır biri diğer canlılar gibi; ancak aklıyla onlardan üstün konuma sahip olan genel insan, diğeri de bu genel insanın tüm özelliklerine sahip ayrıca Allah’ın yeryüzündeki halifeliği makamına yükselmiş ve gerçekten Allah’ın birçok özelliğini taşımaya hak kazanmış kâmil insandır.

Ona göre genel insanın kâmil insan olma potansiyeli var; ancak her insan bu kemal derecesine çıkamıyor. Bu sebepten yeryüzünde her insan da Allah’ın halifesi sıfatına sahip olamıyor. Düşünürümüz, eserlerinde olumlu niteliklerle bahsettiği ve bütün kâinatın içinde tek Allah’ın halifesi dediği insan, bu insan-ı kâmildir. Bu insân-ı kâmil, her açıdan kâinatta Allah’ı temsil etmektedir. Bu düşüncesini çeşitli âyetler ve kudsî hadislerle destekleyen İbn’ül-Arabi’ye göre bu kâinatta en mükemmel insan ise Hz. Muhammed (a.s.)’dır.

 

KAYNAKÇA

Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, 1999

Aristoteles, Metafizik, çev: Ahmet Arslan, C.I, İzmir, 1985

Aristoteles, Ruh Üzerine, çev: Z. Özcan, İstanbul, 2001

Aristoteles, Politika, çev: M. Tunçay, İstanbul, 2004

Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara, 1984

David Ross, Aristoteles, çev(ed): A. Arslan, İstanbul, 2002

Hana el-Fahurî-Halil el-Cer, Tarih el-Felsefe el-Arabiyye, C. 1 Beyrut, 1982

İbn’ül-Arabî, Füsûs’ül-Hikem, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2008

İbn’ül-Arabî, el-Futûhât el-Mekkiyye, çev:Nihat Keklik, C.2, İstanbul, 1980

İbn’ül-Arabî, Marifet Kitabı, çev: Hüseyin Şemsi Ergüneş, İstanbul, 2009

İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, c.10 çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2008

İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, c.11, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2009

İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, c.12 çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2010

İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, c. 13, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2010

Metin Yasa, İbn Arabî ve Spinoza’da Varlık, Ankara, 2003

Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, İstanbul, 1988

[1] İbn’ül-Arabî, el-Futûhât el-Mekkiyye, çev:Nihat Keklik, C.II, İstanbul, 1980, s. 436

[2] İbn’ül-Arabî, el-Futûhât el-Mekkiyye, C.II, s. 436

[3] Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara, 1984, s. 97; Takiyettin Mengüşoğlu, İnsan Felsefesi, İstanbul, 1988, s. 94. vd.

[4] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, 1999, s. 467; T. Mengüşoğlu, a.g.e., s. 184. vd.

[5] Aristoteles, Metafizik, çev: Ahmet Arslan, C.I, İzmir, 1985, s. 80-81

[6] Aristoteles, Ruh Üzerine, çev: Z. Özcan, İstanbul, 2001, s. 80; David Ross, Aristoteles, çev(ed): A. Arslan, İstanbul, 2002, s. 225

[7] Aristoteles, Politika, çev: M. Tunçay, İstanbul, 2004, s. 9-10

[8] Hana el-Fahurî-Halil el-Cer, Tarih el-Felsefe el-Arabiyye, Beyrut, 1982, C. 1, s. 360-361

[9] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2009, C.11, s. 27

[10] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2010, C.12, s. 70-71; İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2008, C.10, s. 95

[11] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C.10, s. 261

[12] Metin Yasa, İbn Arabî ve Spinoza’da Varlık, Ankara, 2003, s. 52

[13] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2010, C.13, s. 291

[14] İbn’ül-Arabî, a.g.e., s. 371

[15] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2008, C.10, s. 95

[16] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 12, s. 365

[17] İbn’ül-Arabî, a.g.e., C. 11, s. 298

[18] İbn’ül-Arabî, a.g.e., C. 11, s. 287

[19] İbn’ül-Arabî, a.g.e.. C. 12, s. 328-329

[20] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 13, s. 146

[21] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 12, s. 365-367

[22] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 13, s. 286

[23] İbn’ül-Arabî, Füsûs’ül-Hikem, çev: Ekrem Demirli, İstanbul, 2008, s. 73

[24] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 11, s. 28

[25] İbn’ül-Arabî, Füsûs’ül-Hikem, s. 31

[26] İbn’ül-Arabî, Füsûs’ül-Hikem, s. 26

[27] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 13, s. 259

[28] İbn’ül-Arabî, Marifet Kitabı, s. 40

[29] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 11, s. 339

[30] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 10, s. 325

[31] İbn’ül-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, C. 13, s. 390

[32] İbn’ül-Arabî, Füsûs’ül-Hikem, s. 260

 

*Türk-İslam Ahlak Felsefesinin Kurucu Mimarları Türkistan’dan Anadolu’ya İrfan Mektebinin Hocaları uluslararası panelinde bildiri olarak sunulmuştur, 2018